Alev Şahin – Sır

Misafir: Alev Şahin
Eser Adı: Sır
Tür: Öykü

Dağın eteğindeki kerpiç evinde bir elini yumruk yapmış, nerdeyse hareketsiz, bir saattir oturuyordu ki bahçe kapısına vuruldu. Yumruk yaptığı eliyle divandan destek alıp diğer eliyle sakat bacağını tutarak yerinden usulca kalktı. Yaz gününe inat evdeki serinlik yüzünü okşamış, kışın geri gelecek küflerden yazın payına düşen koku üzerine sinmişti. Başörtüsünü toparladı. Dış kapıya çıkıp bahçe kapısının ardını pek de iyi görmeyen gözleriyle seçmeye çalıştı.

Ancak o zaman, “Saniye teyze ben geldim nevresim var; don, kumaş var” diye şarkı mırıldanır gibi konuştu kadın.

Yine geldi benimki diye düşündü. İyi bari, alayım da Kiraz’a kumaş götüreyim. O dün beni çok iyi ağırladı, pişisi güzeldi, yedirdi, içirdi. Sağ olsun.

 Elindeki bez parçasını beline yerleştirdi. Eli belinde kapıya yöneldi.

“Geldim, geldim bekle”

Heyecanlanmıştı. Hareketlerine tezlik katmaya çalıştı. Yapamadı. Evde nasıl yürüdüyse yine öyle usulca gitti kapıyı açtı.

Çerçici Döne içeri girdi. Nereye oturacağını biliyordu, hızlı hızlı yürüdü, dış kapının önündeki kerevete yerleşti.

“Çok sıcak be Saniye teyze. Ağzım, dilim kurudu. Halim, dermanım kalmadı.”

“Sana ayran getireyim bekle, tam de dolaptan.”

Yahu bu arsız da her seferinde ağzıyla istiyor. Dur ben zaten getireceğim. Misafire ikram yapılmaz mı yapacağım tabii, Allah Allah, diye içinden söylendi.

Demir tasa ayranı doldurdu. Kuytuya kaçmış yeşil gözlerinin önünde elini sağa sola salladı. Savuşturmak istediği küçük bir sinek değil de sisli bir keder perdesiydi sanki. Ayran dolu sürahiyi de alıp kapıya çıktı.

Çerçici kadın ayaklarını da uzatmış iyice yerleşmişti. Mahallede temizlik dışında bir işte çalışan nadir kadınlardandı. Her gün kilolarca ağırlıkla daha önceden belirlediği yerlere gider satışını yapardı. Ağzı çok iyi laf yapıyordu.

Yine yayılmış ama neyse ne artık. Yazık yollarda perişan olmuş garip, diye düşündü. Ayranı uzattı.

Çıt çıt çıt… Çerçiçici kadın el kemiklerini birbirine kattı.

Şu ince el kemiklerinden bunca sesi nasıl çıkarıyor bu Döne, diye düşündü. Elleri takip etti. Artık bohçayı açıyordu.

“Saniye teyze Allah razı olsun, senin gibi gönlü zengin kadın yok. Açayım dur şu bohçaları. Sen bak, beğen, istediğin gibi seç. Yeni yeni şeyler var. Sen seversin. Bak, kırmızı kırmızı, güllü.”

Yaşlı kadın seçmeye başladı.

Çıt çıt çıt yine aynı ses. Duraladı, kadına şaşkın baktı.

Bohçanın üst kısmındaki parçaları ilgisizce kenara ayırmaya başladı. Artık en üstte kalan kırmızı güllü nevresimi alacak gibi yapıp elini geri çekti. Ardından belini yokladı, kendi parçası oradaydı.

Çaputu her defa yaptığı gibi çıkarıp bluzunun altından inceledi, geri yerine soktu. Döne onu izliyordu, o farkında değildi.

Gözleriyle kumaşı buldu tekrar.

“Bu ne kadar?” diyerek tuttuğu basmayı kadına gösterdi.

O sıra fark etti. Kadının bakışlarına, haline, tavrına bir tuhaflık gelmişti. Oturduğu yerde kımıldanıyordu. “Bir şey de diyecektim ama” diye mırıldandı. Gözlerindeki yabancılığa, durumuna anlam veremedi Saniye teyze.

“Hele çıkar ağzında bir bakla var sanki senin.” dedi.

Kadın, “Teyzem bir şey öğrendim, kalbin tutar bir şey olur diye sana demeye korkuyorum, şimdi söylemeyecektim ama bilmem ki söylesem mi?”

“Söyle söyle de ne diyeceksen.”

Lafı da niye uzatıyor? Söylese ya hızlıca, diye düşündü.

Döne kafasını kerevetin gerisine bahçeye çevirdi. Yemyeşil ceviz ağacı heybetli gövdesiyle göğe uzanıyordu. Evin üzerine tam da oturdukları yeri serinleten gölgesini salmıştı.

Sonra oturur hale getirdi bedenini. Tombul kolunun altına divandaki yastıklardan dayanak yaptı.

Sesine kattığı kasvet eşliğinde “Bilemedim ki nasıl desem?” dedi.

“Söyle kızım, sağlam insanım nelere dayandım ben de hele.” Yaşlı kadın sinirlenmeye başlamıştı.

“Senin kıza çok üzülüyorum biliyorsun, geçenlerde gittim de Karabayır Mahallesi’nde bir Nafiye var -bilmezsin sen-  o dedi ki senin kızı Deli Mehmet kaçırmış. Kız istemeyince kafasına vurmuş, nehre atmış. Kendi de dağlara kaçmış. Ondan ortalıkta yokmuş.”

Ağır ağır akıttı ağıyı bohçaya, beton sıvalı zemine, belin kuytusuna gizlenmiş küçücük beze…

Derin bir ah çekti yaşlı kadın. Elini, kolunu kalçalarının yanına saldı.

Çerçici Döne… Durduk yere bunu niye anlattın şimdi? Ben zaten biliyorum olanı da kimselere diyemedim Ali’m hiddetli. Mehmet’in peşine düşer de başı belaya girer. Ahhh insan ciğersizi, konuşmadan edemez mi, diye geçirdi içinden.

Sonra topladı kendini. Elini beline aldı. Yutkundu, kalkmak, gitmek istedi. Yerden destek alıp kalkacaktı, kalkmadı. Bir süre gözlerini yere dikti. Derin bir nefes aldı. O an gözleri kadınınkilerle buluştu. Dingin, kararlı bir sesle:

“Sus kızım konuşma bunları. Kimselere de deme. Ne olduğunu Allah bilir. Sen şu bohçalarını al, var git.” dedi.

Kadın şaşırdı. Yaşlı, bir şey olursa başıma kalır diye düşünüp sesini çıkarmadı. Yavaşça toparlanmaya başladı. Alacağın varsa al diyesi vardı, cesaret edemiyordu.

Yaşlı kadın, diken diken batan suskunluğun kucağındaydı. Dolu gözlerini dağa dikti. O an dut ağacının bir yavru serçe geldi, yaşlı kadının eteğine kondu, yeşil gözlerine baktı. Ardından gitti, ceviz ağacının dalına kondu.

İçinde bir kımıldama oldu yaşlı kadının. Kimselere göstermemek, ellettirmemek için uğraştığı bezi eline aldı. Bohçaya son düğümü atan Döne’ye avucundakini gösterdi:

Bu kumaştan bul. Bana bir etek diktir. Bir de o Nafiye de sen de lal olun. Kızımı konuşmayın.dedi.