Yağmur Mavi Şen – Umut Yorar

Misafir: Yağmur Mavi Şen
Eser Adı: Umut Yorar
Tür: Öykü

Gökyüzünün martılarla süslendiği, günbatımı rengine boyandığı, sokak müzisyenin kemanını çaldığı bir günün daha biteceğini düşünüyordu. Masanın üzerinde duran kırmızı ciltli defterini çantasına yerleştirirken garsondan bir çay daha istiyordu. Kafenin insan uğultularını bastırması için açtığı bir müzik de bu kargaşaya ekleniyordu. Sigarasını yaktığı sırada garson da sıcacık çayı masaya bırakıyordu. Çayı şekersiz içmesine rağmen çay kaşığını bardağın kenarına vuruyor. Çıkan çın çın sesi ile masadaki sessizliğe baş kaldırıyor, uğultunun bir parçası oluyordu.

Uzun zaman olmuştu dünlerde bıraktığı yüzlerle iki çift laf etmeyeli. Leyla geldiğinde konuya nasıl giriş yapacaktı? Nasıl söylenirdi olacaklar? Kabul eder miydi teklifini? Düşüncelerinin cevabı tırnaklarındaymış gibi kemirip duruyordu onları. Leyla kısa boyuyla inatlaşan uzun siyah saçlarıyla, belini saran beyaz elbisesiyle beliriyordu. Onu karşılamak için yerinden kalkıyordu Umut. Sarılmalar, öpüşmeler, gülüşmelerden sonra naberler, nasılsınlar, neler yapıyorsunlar ardı sıra geliyordu. Leyla nasıl bıraktıysa öyleydi, görüyordu. Zaman onun için sanki hiç akmamış diye düşünüyordu.

Ne bir işi ne de bir ailesi vardı Leyla’nın. Babasından kalan iki ev ve bir dükkânın kirası ile geçimini sağlamaya devam ediyordu.

Umut, sağ elini ağızına götürerek anlatmaya başladı. Memlekete döndükten sonra biriyle tanışmış, eğlenceli bir nişanlanma dönemini evlilikle bitirmiş. Dört yıl süren bu evlilikte bir çocuğu olmuş. Kızının adını Umay koymuş, yakında üç yaşına girecekmiş… Garsonun masaya gelip menüyü bırakması ile konu dağılıyordu. Tıpkı üniversite yıllarındaki gibi kararsızlıklarla dolu sipariş verme diyaloğu devam ediyordu. Leyla “Farklı şeyler söyleyelim birbirimizden yeriz eski günlerdeki gibi,” diyerek gülmeye başlıyordu. Kaç yaşına gelirse gelsin kaç yıl geçerse geçsin insanlar gerçekten bıraktığı gibi buluyorlardı Leyla’yı. Siparişleri beklerken birer sigara ve çay içtiler. Muhabbetleri Leyla’nın hala zayıf olmasından, burnunu yaptırmasından, erkek arkadaşı olmayışından, sözde bir kafesi olduğundan ama aslında bir işte çalışmadığı üzerinden devam ediyordu. Siparişleri geldiğinde bu sefer de yemekler üzerinden konuşmaya başladı Leyla.  Hala bıcır bıcırdı. Umut pek bir şey yemiyor, tebessüm ederek karşılık veriyordu yedi yıldır görüşmediği arkadaşına.  Leyla, çayına uzanan Umut’a, klişeyi yüzüne vurarak “Gür siyah saçların azalmış. Beyazların da çoğalmış. Evlilik yaşlandırmış seni. Vaktinde ayrılmışsın,” diyordu.   Fakat saçlarının sebebi ne yaşlılık ne de evlilikti bilmiyordu Leyla. Umut tebessüm ederek kırmızı ciltli defteri çıkarıp masaya koyuyordu. Bir yandan da “Akıp giden zamana karşı koyamazsın ki Leyla, ruhunu değiştirmese de bedenini mutlaka değiştiriyor. Kabul etsen de etmesen de bir yer ediniyor. Bazen dudak kenarında birkaç çizgi, bazen alında birkaç kırışıklık. Yaşamımın ağırlığı en çok da başıma vurdu. Gür saçlarımın dökülmesi ile de hafifleyeceğini umdu sanki başım,” Gülerek devam ediyor, “Ben de değişimlerimi başımın üstünde taşıyorum işte,” diyerek elindeki defterle oynamaya başlıyordu. Ufak bir öksürük ile konuşmasının yönünü değiştiriyordu. Leyla’ya defterini uzatarak “Senin almanı istiyorum fakat şimdi okumayacaksın. İstersen ben kalktığımda oku, istersen de evine gittiğinde. Ama yanımda okumanı istemiyorum. Biliyorsun hem yazılarımı paylaşmaktan utanıyorum hem de içine yazdıklarımı dile dökmekten…” Leyla bir süre sessizce kaldı, defteri alıp çantasına yerleştirirken aklından, yazıya aktardıklarıyla yetinmemi istiyor, diye geçiriyordu.  Umut kalkması gerektiğini söyledikten sonra tekrar sarılmalar, öpüşmeler başladı. El sallayarak masadan uzaklaşıyordu.

***

“Bana günlüğünü neden verdi ki diye düşünürken sayfaları kurcalamaya giriştim, pek çok sayfası da dolu değildi. Günlükten ziyade birkaç olay, anlatı defteri gibiydi. Hesabı istediğimde garson ödemenin yapıldığını söyledi. Eve geçtim, çantayı askıya astım kitap okurken de yaptığım gibi amber kokulu tütsüyü yaktım. Üzerimi değiştirirken telefonumun çaldığını duydum. İklim hastaneye kaldırılmış, sanırım doğumu başlayacaktı. Cüzdanımı, defterimi, arabamın anahtarını alıp hastaneye doğru yola çıktım.  İklim’i ameliyata aldıklarını duydum. Vakit geçmek bilmiyordu. Defteri okumaya başladım puslu koridorun kırık bir sandalyesinde.

Üç saat sonra doğumunu dört gözle beklediğim arkadaşımın bebeğinin ölümlü doğum haberini aldım. Doğumdan sonra İklim ve bebeğinin yerleşeceği odanın süsleri gözümde ağırlık yapmaya başlamıştı. Diyebilecek tek bir kelimem yoktu. Yaşanılan, hissedilen, yitirilen birçok duygu içinde acı şahlanarak ruhumuzu, dilimizi, ellerimizi, ayaklarımızı, bağlıyordu. İklim’le altı gün böyle geçti, ölüm sessizliğinin yankısıyla.”

***

Leyla defteri tekrar okumaya çalıştı. Umut yazdıklarında ne anlatmaya çalışıyor diye düşünüyordu. Birkaç sayfa çevirdikten sonra merakını yatıştıracak cümlelerle karşılaşıyordu. Umut, Mardin’deki bir terör saldırısında, patlama bölgesinde hamile eşini kaybettiğini yazıyordu. Okumaya devam ettikçe dünyanın bin bir türlü halinden bahsediyordu. Haberlerde gözükenlerin yaşamımızın bir parçası olduğundan, ekranlarda, üçüncü sayfalarda kalmadığından, bir gün yolunu her haneye çevirebileceğinden bahsediyordu.  Bininden birinin de onu bulduğunu söylüyordu. Bedeni öldüren melekten konuşulsa da bahsi açılmamış ruh öldüren meleklerin de olduğunu ifade ediyordu. O gün bir melek eşinin canını alırken başka bir meleğin de Umut’un ruhunu aldığını aynı zamanda yeni bir yaşam verdiğini de anlatıyordu. Umut, patlama sonrası yerleştirildiği hastanede doğum yapmış ve kızı Umay’ı o gün doğurmuş. Eşini korumayan Tanrı, bebeğini koruduğu için bebeğine Umay adını vererek bu Tanrı’ya ufak bir jest yaptığını söylüyordu. Patlamadan sebep oluşan birtakım hastalıklarını atlatamadığını, atlatamayacağını birçok tıbbi kavramla açıklıyordu. Bir de kansere yakalandığını, bu yüzden de sayılı günleri belki de saatleri olduğunu yazıyordu.

Peki, benden ne bekliyorsun Umut? dediğimi duymuş gibi sonraki sayfaların satırlarından cevap alıyordum.  Birkaç sayfa daha çevirdikten sonra   gözüme ilişen açık bir adres…

“Kimseye güvenemem ama sana inanırım bilirsin. Sürdürmek istediğim bir yaşam var ve bu yaşamın her açıdan sağlıklı olmasını diliyorum. Bu dileğimi gerçekleştirmeye zamanım olmadığını… fakındayım … Tanrı’nın koruduğu Umay’ım, küçük kızım. Önce Umay’a sonra sana…  (karalanmış bir cümle)

***

“Bir sonraki sayfayı açacak cesaretim olmadı. Yerimden kalktım, televizyonu açtım. Kanallar son dakika haberi geçiyordu, odaklanamadım.  `Ankara’ya giden bir yolcu otobüsüne silahlı saldırı yapıldı. Şoför direksiyon hakimiyetini kaybetti. Saldırıya uğrayan otobüs şarampolden yuvarlandı`. Kulağımda uğultular.”

Bir sonraki kanalda “otobüste seyahat edip hayatını kaybeden vatandaşlarımızın isimleri: Hayriye Korkmaz elli iki, Anıl Sönmez on altı, Yetkin Narin yirmi üç, Umut Yorar yirmi sekiz, Refik Erkân yetm…” Bu yaşananlar, bu okuduklarım. Geçen hafta, hayata gözlerini açamamış bir bebek, bebeksiz kalan anne ve baba. Şimdi hayata gözlerini yummuş anne ve baba, öksüz kalan bir bebek. Ne yapacağımı bilemediğim bir halde Umut’un bitirmesine izin vermediğim sözlerine, kırmızı ciltli deftere koştum. Aklımda beliriveren düşünceler…

“Dünyanın dengesini böyle mi sağlıyorsun Tanrı!”