Ferit Edgü bu kitabını 1977 yılında yayımlatıyor. Ücra bir köydeki kimsesiz öğretmenin dilinden aktarılır roman.
Geçmişini yok saydıktan sonrası delilik midir?
Artık olsa da olur olmasa da olur mu demeliyiz her bir yaşam kıpırtısına?
İnsan elindekiyle nereye kadar yetinmeli?
İnsan insandakini ne biçimde benimsemeli?
Sorduruyor daha pek çok soruyu Ferit Edgü.
Bu bir hayalde yaşam öyküsü. Yaşıyoruz ya bu hayatı ama biliniz ki elde var boşluk der gibi bir anlatı.
Öylesine özgün ki her açıdan…
Tarif içermeyen bir aktarım karşılar bizi. Edebiyatın ortaya çıkması için gereken kuralları anlatır ya bilirkişiler. Yazar, kitabın içinde verir onların cevabını. “Görüldüğü gibi ayrıntılara yeterince yer verilmedi, ne de betimlemelere.” der anlatıcısının dilinden. Ama biz öyle bir evrenin içindeyizdir ki mümkün olan en az kelimeyle ifade edilmiş bir büyülü âlemde hiç de aramayız öyle uzun betimlemeler, ayrıntılar.
Kullanılan dil sade. Ama her kelime, her bir cümle ardından geleni bir nakış gibi takip ediyor. Sadece gerektiği kadar cümle, sadece gerektiği kadar hayal, sadece gerektiği kadar olay.
Kısa diyalogları bazen diyalogsuzluğu okuruz bu kitapta. Tam açıklığa kavuşacakken kimi meseleler, belki de öyle değildi deyiverir anlatıcı. Öteki ihtimali düşünmeye başlarız.
Yaşamın içinde sanrılar arasında gezinirken buluruz kendimizi.
Ne kadar emin olunabilir ki zaten bir nehirden, bir yaşamdan.
Yaşamın olmuşluğundan en emin olduğumuz yerde bilmez miyiz ki şüphe kemirecek içimizi, “Şu yaşadığım mıydı istediğim? Emin miyim yarattığım, beni sarmalayan dünyamdan?” sorularını yoldaş edeceğiz duyumsamalarımıza.
Bir öğretmen, aynı zamanda bir dilsizdir bu kitapta. Dilini bulamamıştır. İçinde gezindiği evrende belirsizlik ve olabilecek en az iletişimle vardır.
Halit çıkagelir onun gibi yabancıdır. Belki de bir katildir. Bilmeyiz. Halit, onu denizine, düşlerine yolcu edecektir tekrar ya da düşlerine son vermiştir ondan da emin olamayız. Sezdirir ya gerçekleri hayat ama asla tam bir cevap vermez. Bunu görürüz Halit’le. Tıpkı hayattaki gibidir Halit’in gerçeği; işaretler hep aynı neticeyi bulduracaksa da kuşkuda bırakır okuyanı.
Bir uzak köyün gerçeği serilir önümüze bu öyküde. Bebekler ölür, çaresizdir insanlar. Keder alır başını yürür zirvelere. Bir öğretmen kimsesizdir. Sadece yazarak hayatta kalmaya çalışır.
Çocuklar… En görünmeyenler onlardır. Onlar kendi dünyalarındadır. En masumlar.
Karlar altındayızdır kimi zaman. Geçmişini başkalarının söylediklerinden bilinmeyen bir sevgiliden gelen mektuplarla ansımaya çalışan bir öğretmenle, eski bir denizciyleyizdir. O öyle düşünür; eski bir denizci olduğunu.
Yaşamış mıdır gerçekte yaşamakta mıdır onu da bilemeyecektir.
Böylesi büyülü bir alemde şöyle bir duyguya kapıldım. Bu kitabı, kitabın anlatıcısı öğretmen yazmış. Tüm övgülerimi ve teşekkürlerimi ona yöneltmeliyim.
Öğretmen, öylesine ki gerçek bir insandı, düşle gerçek arasında gidip gelmelerini anlatırken.
Bir öğretmen, bir bilinemezcilik… Yaşamın özündeki, gerçek nedir sorusuyla işlenmiş o tılsım. Hakkari’de Bir Mevsim zihnimizde doğup biten hayatın anlatısı. Kitaptan alıntı birkaç cümleyle bu muhteşem kitabı anlatmaya son vereceğim ama artık edebiyat benim için bambaşka bir renge bürünmüştür. Ilık bir bahar rüzgârı hafif hafif oynatır tülü, güneş eşlik eder esintiye… Yakaladım bırakmamalıyım dedirten bir duygu yerleşir insanın içine. Bu kitap o duygu benim için. Saygıyla…
“Çok şükür, düşsüz, işkencesiz, derin bir uyku çekmiştim.
Yokluğu yaşamış olmak gibi bir şey.”
“Yattığın yerden kalkıp eline kalemi alıp yaşamadan ölenleri yaz.”