Misafir: Oğuz Tutal
Eser Adı: Düşüncelerin Yanısıra Sistemler de Ölürler
Tür: Düz Yazı
İnsanların, hayvanların, düşüncelerin yanısıra sistemler de ölürler. Ardından yenileri gelir ve bir öncekinin bıraktığı boşluğu doldururlar. Birileri veya bir şeyler, birilerini veya bir şeyleri öldürdüğünde suç en zayıfa ve en kolay lokmaya atılma eğilimindedir. Bir politikacıyı, bir teröristi, bir hastalığı, bir silahı suçlamak daha zahmetsizdir. Lakin herkesçe bilinen, ama kimse tarafından dillendirilmeyen gerçekler sır gibi saklanır, ulu orta konuşmaktan çekinilir. Bu gerçeklerden birisi de sistemlerin en ölümcül, en kırılgan, en tehditkâr araçlar olduğu gerçeğidir.
İşte böyle ekonomik sistem de düzenli aralıklarla ölür, ya da yaşam destek ünitesine bağlı olarak yaşatılır, sonra ruh göçüne uğrar ve yeniden dünyaya gelir. Fakat bu değişimler acı bilançolar doğurur. Ekonomik sistemlerin ölümü, o sistemin içinde yer alan insanların da ölümü demektir. O insanların ölümü demek, her birinin farklı birer hikâyesi olan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, siyah, beyaz farklı hayatlar demektir.
Tarih boyunca sahneye çıkmış birçok devlet ve imparatorluk gibi Osmanlı Devleti/İmparatorluğu’nun da iktisadi sisteminin ölümü uzun sürmüştür ve sancılı olmuştur. 17. yüzyıldan başlayarak, 20. yüzyılda biten süreç birçok acıyı ve kaybı beraberinde getirmiştir. Peki, bir mendilin niye kanadığını sorduğumuz gibi, bir iktisadi sistemin neden çöktüğünü sorabilir miyiz? Sorarsak ne cevap alırız? Karşımıza neler çıkar?
Şimdi ölümün izini özelde Osmanlı Devleti’nin çöküşünü irdeleyerek süreceğim.
17. yüzyılda başlayan fiyat devrimi, enflasyon sıkıntısı, tımar sisteminin bozulması ve Avrupa’nın başlattığı sanayi devrimi ile ilişkili olarak önemli problemler baş göstermeye başlamıştır. Aynı tarihlere denk gelen Coğrafi Keşifler sonucu ticaret yollarının Osmanlı Coğrafyasından uzaklaşması ve sürekli mağlubiyetle sonuçlanan savaşlar merkezi yönetimin otoritesini zayıflatmıştır. Osmanlı’nın gücünün kaynağı olan merkezi yönetim yapısı zayıflayınca, uzak eyaletlerdeki ve kırsaldaki farklı aktörler önem kazanmış, bu da ayanın güçlenmesi ile birlikte iltizam sisteminin ortaya çıkışını hızlandırmıştır. Osmanlı toplumunun kültürel özellikleri, askeri gücü ve çevre coğrafyalarda bulunmayan büyük tehditler nedeniyle Avrupa’daki feodal düzene benzer bir yapı Anadolu Coğrafyasında ortaya çıkmamış, çıkamamıştı. Bu da ayan sınıfının ve yerel aktörlerin güçlenip, merkezi otoriteye karşı güç kazanmasının önünde engel teşkil ediyordu. Ama sistem can çekişiyordu ve kanserli hücre bir kez yayılmaya başlayınca önüne geçmek çok zordu.
Hasta adamı hırpalayan bir çok olay oldu. Bunların başında Mısır’ın ekonomik ve idari sistemini kendisinin dilediği şekilde şekillendiren Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa gelmektedir. Mehmet Ali Paşa, Kütahya’ya kadar ulaşıp adamın kalbine hançeri indirmek üzereyken hastanın yaşamasını isteyen Avrupalıların yardımıyla yaşamını sürdürüyordu. Hasta yaşamalıydı ki Rusya tehditi bertaraf edilebilsin ve işbirliği sayesinde ekonomik, ticari çıkarlar sürdürülebilsin istenmekteydi. Osmanlı hem coğrafi yakınlığı, hem büyük bir pazar olması, hem de bünyesinde bulunan gayrimüslim nüfusun azımsanmayacak nüfusu nedeniyle makul bir hedefti. Aynı zamanda ölümler bir kez başladığında salgın Avrupa’nın verimli topraklarında dörtnala koşabilirdi.
Askeri ve siyasi reformların devam ettirilebilmesi, saray harcamalarının artması, bürokratların maaşlarını ödeme gibi problemler altında ezilen merkezi bütçe dışarıdan borç aramak zorunda kaldı. Dış borçlanma bir sure sonra kritik seviyelere ulaştı ve 1873 Dünya ekonomik bunalımında dışarıdan borç bulunamaz hale geldi. Borçların geri ödenmesi hasta adam tarafından tek taraflı olarak durduruldu. Uzun süren pazarlıklar sonrası Duyun-u Umumiye’nin kurulması kararlaştırıldı. Duyun-u Umumiye, Avrupalı devletlerin borçlarını tahsil etmek için ülke içinde kurulan ve batılı devletler adına vergi toplayan bir kurum olarak çalışmalarına başlamıştır. İlk başta iki taraf içinde faydalı gözüken bu organ, bir süre sonra kontrolsüz büyümüş ve Osmanlı’nın topladığı verginin üçte biri oranında vergi toplar konuma gelmiştir. Tarih kitaplarında sadece adı söylenmekle yetinilen Baltalimanı Antlaşması ile yabancılara verilen vergi ve ticaret ayrılacalıklarının yanısıra, 1856 yılında imzalanan Islahat Fermanı, 1858’de imzalanan Arazi Kanunnamesi ve 1867 yılında imzalanan sözleşme ile yabancıların ülkede yatırım yapabilmesi, devlet haricindeki kişiler tarafından toprak satışının yapılabilmesi ve yabancıların imparatorlukta toprak satın alabilmesinin önü açılıyordu. Fırsattan istifade eden ülkeler Osmanlı’daki yabancılara kendi ülkelerini pasaportlarını dağıtıyorlar, bu sayede ayrıcalık elde eden bir gayrimüslim burjuva sınıfı oluşmuş oluyordu. Bu sınıf İstanbul, İzmir, Selanik gibi liman kentlerinde yoğunlaşmakta, hem zamanın ilerisindeki yaşam şartlarına sahip olmakta hem de bu şehirlerin sahip olduğu ulaşım, altyapı gibi avantajlarla birlikte yeni yatırımlar, ticaret kanalları geliştirmiştir. Bu etnik ve dinsel ayrışma ileride önemli sorunlara yol açacak şekilde başlamıştır ve günümüzde dahi etkileri devam etmektedir. Daha sonraları bu durum Ermeni nüfusun 1915 yılında tehciri ve Rumların birden fazla kez mübadele sonucu göç etmelerine kadar gidecektir.
İşte böyle bir durumda, tam olarak bilinmeyen tam olarak bilinmeyen bir saatinde saat durmuş ve Osmanlı İktisadi Sistemi aramızdan ayrılmıştır. Ardında ise göç, savaş, açlık, sınıf çatışması, hastalık ve bunların sonucu olarak milyonlarca ölüm bırakmıştır. Haksızı haklısı veya suçlusu suçsuzu aranmayan, nedenleri üzerinde uzun uzadıya tartışılabilecek bu gelişmeler, ölmek için yaşamak gerektiği gerçeğinin değişmez kaidesidir.
Bir devlet ölmüştür. Tıpkı yolu ölümden geçen diğer her şey gibi…