Misafir: Oğuz Tutal
Eser Adı: Dünya’nın Zamanla Yarışı
Tür: Düz Yazı
Dünya! Soluk mavi nokta. Evrende yaşayabildiğimiz, bilinen tek yer. Carl Sagan 1980 yılında böyle tanımlamıştı Dünya’yı. Uzaktan bakıldığında çok da ilgi çekici bir yer olarak gözükmeyen, ama bizim evimiz olan küçük nokta. Her gün muazzam bir hızla döndü, dönüyor da ve dönerken de kendisiyle birlikte içindekileri de değiştirdi, değiştirmeye de devam ediyor. Daha iyi ve daha hızlı. Kimileri için ise “citius, fortius, altius”. Büyük saat tıkır tıkır işlerdi, ama bir gün düzen değişti. Dünya dönüşüne devam etti, üstelik hızı da aynı kaldı. Fakat içerisindekiler bir karar aldılar ve her geçen gün daha da hızlı dönmeye başladılar. Makas böyle başladı açılmaya. Dönerken de değiştiler. Önce bitkiler, sonra hayvanlar, sonra da insanlar değişmeye başladı. Ekosistemler gelişti, bütün bitkiler ve hayvanlar varlıklarını sürdürülebilmek ve gelişebilmek için rekabet ettiler veya işbirliği geliştirdiler. Bununla birlikte de çevreyi değiştirdiler. Fakat içlerinde biri diğerlerine ihanet etti ve ayrılmayı başardı: İnsan! İnsanın iki özelliği onu tüm diğer canlılardan ayrı tuttu. İnsan yok edebiliyordu ve hükmedebiliyordu. Son iki milyon yıl içinde sadece birkaç bin yıl dışında avlandı ve yiyecek topladı.
İlk başlarda Buşmanlar, Sianeler, İnuitler, Gidjingaliler vardı. Sonra beyinleri büyüdü ve teknoloji üretip, soyut düşündüler. İki ayak üzerinde rahatça hareket etmeyi öğrenip, konuştu ve iletişim kurdu. Sonra da üretmeye başladı ve bu sayede insan yok edebildi, hükmedebildi. Tarım geldi, beraberinde yerleşik toplumlar ve sürekli artan nüfusu getirdi. Sonra tarım yayıldı. Sümer yükseldi, geriledi ve çöktü. Babil’in Asma Bahçelerinde Nabukadnezar yazdı çizdi. Nabukadnezar Matrix’de yol sürdü. Mezopotamya’nın çöllerinde ve kurak topraklarında bir zamanlar çiçekler açardı. İnanılması zor ki bu harabe Dünya’nın besin kaynağıydı. Yetmedi, Ortaçağ’ın Büyük Hristiyan Krallığı Etiyopya çöktü, yıkıldı. Ormanlar kesildi, Addis Ababa başkent yapıldı. Başkent demek yıkım demekti, kentin çevresindeki ağaçlar kömür nedeniyle yeryüzünden silindi.
Dahası mı? Milattan Önce 650 idi. Yunanistan’da büyük bir yıkımın eşiğinde, bir haber bekleyen onca insan. Oradalardı. Platon Critias’da toprağı, hasta bir adamın iskeletine benzetti. Zeus’un gönderdiği yağmurlar ekinleri ve ormanları besledi. Ama ağaçlar gidince Zeus da gitti. Mayalar yok oldu, Nil Vadisi kurudu, İndüs Nehri ise kendi halinde akmaya devam etti. Yeniçağ’da sömürgeler oluştu, keşifler ve sömürgeler antitezini de beraberinde getirdi. Yeni kıtada yeni yerleşimler açıldı, ormanlar yakıldı ki bir yangın düşünün yedi yıl hiç sönmeden devam etti. Feodal yapıda toprak paylaşıldı, toprak değerliydi, ama bir o kadar değersizdi. İnsan toprağın sahibi oldu, onun için savaştı, onun için acı çekti, ona sevindi.
Modern zamanlar başkaydı, ama aynıydı. Yeni Dünya insanın doğadan daha da koptuğu ve yerini aradığı bir dünyaydı. Pascal, bu sonsuz uzayın sessizliği ve derinliğinden ürkmüştü. Makineler geldi, makineler güçlendi, uzakları yakın etti. İnsan hızlandı, insan yükseldi ve insan güçlendi. Ama insana göre insan hala yavaştı. İnsan standartlaştı, insan istedi ve tüketti. Tükettikçe daha çok tüketti ve tüketebilmek için üretti. Kendine has kıyafetleriyle postacı, elinde telgraf kapımızı çaldı ve daha da hızlanmalısın mesajı taşıyan o zarfı teslim etti. Bunu her gün her saat yaptı, postacı durdu, televizyonlar yaptı, telefonlar yaptı, bilgisayarlar yaptı, sen yaptın, o yaptı. Şehirler büyüdü, şehirler karmaşık oldu, şehirlerde polis vardı, parklara ihtiyaç vardı, bir zamanlar kendiliğinden olan her şeye artık ihtiyaç vardı. Uzay zaman büküldü, zaman ve mekân artık bildiğimiz zaman ve mekân değildi, çünkü bilmediğimiz daha az şey vardı. Yoksa bildikçe bilmediğimiz daha fazla şey olduğu da bir zaman yanılsaması mıydı? Doğanın döngüsel, kendi kendini tekrarlayan ritmi bozuldu, çünkü doğa insan için bir kaplumbağaydı. Tavşan kaçıyordu, tavşan kibirliydi. Bir ara gerçekler mutsuzluk verir gibi oldu. Kübistler ve dışavurumcular mantar gibi bitiverdi. Zehirli miydiler? Yoksa sobada pişirilip yemenin cazibesi önünde hiçbir engel duramazdı. Mantarlarla gerçeklik parçalandı, zaman yeniden yaratıldı. Bu yüzden ki, Guernica ile Nagazaki’nin kaderleri ortaktı. Birisi daha hızlı, daha güçlü ve daha yükseğe ulaştıkça, diğeri onu beyaz perdeden izledi ya da bir gece uykusunda başını yukarı kaldırmak zorunda kaldı.
Dünya üretti, Dünya çalıştı, Dünya acı çekti. Petrol, motor, petrol, motor, petrol, motor! Dünya aynıydı ama insanlar bir kürenin içindeydi, hepsindeydi. İnsanlar küreselleşti. Tüm bunlar olurken, insanlık ekonomiyi ekolojiye tercih etti. Kendisini önceledi. Lakin insanoğlu boyundan büyük işlere kalkıştı. Paskalya Adası’nda, Pigmeler’de, Hadza’da, Aleut Adaları’nda, Yeni Zelanda’da, Sarı Nehir’de, Meksika Körfezi’nde, Karadeniz’de kendi kuyusunu kazdı. Her olayda birbirini tekrarlayan ve Dünya ile arasındaki hız makasını açmaya çalışan insan çatışmaları kazandı ama savaşları kaybetti. Doğa galip geldi, doğa yavaştı ama daha güçlüydü, daha hızlıydı, daha yüksekteydi. Zaman insanı ve Doğayı bir arada tutan yegâne şeydi. Zaman boyun eğdirmeyi bildi.
Ve yine Sagan’ın deyimiyle, kendisini çevreleyen kozmik karanlığın çevresinde Dünya’mız yalnız bir zerreydi. Anlaşmazlığımız ve problemlerimiz karşısında yaşamı ve çözümü barındıran tek barınağımız. Zamanın izdüşümünde kendini tekrarlayan ve karşı koyamadığımız.