Mustafa Deniz Serter – Kuru-Yaş

Misafir: Mustafa Deniz Serter
Eser Adı: Kuru-Yaş
Tür: Öykü

Berber çırağı Halis çorabında sakladığı usturasını çıkardı. Tek arkadaşı Salih’in bileğini tutup çekerek, koluna ince bir çizik attı. Ardından kendi kolunu kesti ve akan kanı birleştirdi.

“Artık kan kardeşiyiz seninle” dedi Halis sırıtarak.

“Kan kardeşiyiz” diye tekrar etti Salih.

En çok sevdikleri oyun, kuru-yaştı. Küçük bir taşın bir yüzüne tükürüyorlar, sonra havaya atıp yere düşmesini bekliyorlardı. Taşın tükürükle ıslatılmış yanı yaş, tozlu-topraklı yanı ise kuruydu. Madeni parayla oynanan yazı-turanın fakirler için üretilen haliydi bu.  Hangi yönün geleceğini tahmin eden oyunu kazanıyor ve karşısındakine istediğini yaptırıyordu. Bu sebeple birbirlerine türlü türlü, bazen akla hayale gelmeyecek işler yaptırmışlar, eziyetler çektirmişlerdi. Bir süre sonra oyun oyunluktan çıkmış, daha çok eğlenmek için insanlara zarar verecek isteklere dönüşmüştü.

Kasabanın Pala Sefa’sı, haylazlıklarından ömrünce unutamayacağı bir dersle nasibini almıştı. Elli yaşlarındaki Pala Sefa, iki senelik askerliğinden sonra hiç kesmediği, özenle baktığı, uzun, gür, dolgun yanaklarına doğru kıvrılmış bıyıklarıyla tanınırdı. Her sabah yüzünü yıkadıktan sonra aynanın karşısına geçer, küçük kırmızı tarağıyla bıyıklarını tarardı. Canı sıkıldığında bıyığını burar, kıllarında en ufak kırlaşma belirdiğinde hemen boyardı. Sonuçta hayatta herkesin övündüğü şeyler vardı. Pala Sefa, pala bıyığıyla övünürdü. ‘Sakınan göze çöp batar’ demez, bıyığını devamlı göz hapsinde tutmak için ceketinin iç cebinde taşıdığı el aynasını yanından ayırmazdı. Görenlerin kıskandığı kıratına biner, belini doğrultur, dimdik, heykel gibi durur, fötr şapkasını kelleşmeye başlayan kafasına yerleştirir ve kasaba içinde gerine gerine dolaşırdı. Milli bayramlarda atını süsler, törenlerde kortej yürüyüşüne katılırdı. Tören alanını kıratının nal sesleriyle inletir, bayrama katılanlar da “Yaşşaa Sefaa” diye alkış tutarak tezahürat ederdi. Bu kadar özenle baktığı bıyığının kasabanın iki küçük serserisinin hışmına uğrayacağına, basit ve çocukça bir oyuna kurban gideceğine rüyasında görse inanmazdı. İri kıyım yapısı, kendine has heybeti ve pala bıyığıyla şehrin Mehteran Takımı’na seçilen Sefa, takımda zurnazenlik yapıyordu. Zurnayı her çalışında bıyıkları titriyor, göğsü kabarıyor, gözleri gururdan yaşarıyordu.

 

***

 

Ilık bir eylül günü akşam olmuş, toprağı çapalarıyla döven ırgatların işleri bitmiş, şafak vakti dağlara dağılan ahalinin evlerine dönme zamanı gelmişti. Gün boyu tarlasındaki mısırları toplayan Pala Sefa, yorgunluğunu atmak, az da olsa dinlenmek için sırtını meşe ağacına yaslamış, uyukluyordu. Ertesi gün erkenden şehre gidecek ve Mehteran Takımı’nın konserinde yer alacaktı. Bu sırada Salih ile Halis, kuru-yaş oyununa başlamışlardı. Yerdeki taşı alan Halis, gömleğinin yeniyle önce sildi, sonra taşın üzerini tükürükle hafifçe ıslattı. Olanca gücüyle havaya attı. Döne döne havalanan taş, yine aynı hızla dört-beş metre uzağa düştü. İkisi de koşup yerdeki taşa heyecanla baktılar. Halis kazanmıştı. Taşın yaş kısmı yere bakıyordu.

“Söyle bakalım” dedi Salih, “Ne yapayım?”

Elini çenesine götüren Halis, bir süre düşündü. Etrafına bakındı. ‘Beni sırtında çarşıya kadar taşı ve eşek gibi anır’ diyecek oldu, bu isteğinden vazgeçti. Başını bir o yana bir bu yana çeviriyor, Salih’e vereceği emri düşünüyordu. Kısılmış gözü, on beş metre mesafedeki meşe ağacının altında uzanan adama kesildi. Kıratın, uzaktan kendilerine baktığını görmüş, ağaç altında yatan adamın Pala Sefa olduğunu hemen anlamıştı. Ellerini ovuşturup, sinsice güldü.

“Pala Sefa’nın bıyıklarını kes!” dedi heyecanla.

“Olmaz! Bunu yapmam. Başka bir şey söyle” dedi Salih, kan kardeşinin isteğine karşı çıktı.

“Emir emirdir. Karşı gelinmez” dedi Halis, “Yoksa korkuyor musun?”

“Hayır” dedi kendinden emin bir tavırla Salih.

“O halde yap hadi” dedi Halis, olacakları kestirmeye, kafasında canlandırmaya çalışıyordu.

“Neyle keseceğim bıyığı?” diye sordu kan kardeşi.

Alaycı bir gülümseme yayıldı berber çırağı Halis’in esmer yüzüne. Eğildi, kumaş pantolonunun paçasını kıvırdı, çorabının içine sıkıştırdığı yosun yeşili saplı usturayı çıkardı.

“Al! Bahanen de kalmadı” dedi ve usturasını Salih’e uzattı.

İçinden arkadaşına söven Salih, usturayı aldı. Yavaş adımlarla Pala Sefa’nın yanına yaklaştılar. Ayak parmaklarının ucunda sessizce yürümüşler, çıt çıkarmamışlardı. Halis’i gülme krizi tuttu. Elleriyle ağzını kapadı, durdu, biraz bekledi. Tekrar yürüdü, önden giden arkadaşına yetişti. Pala Sefa yorgunluktan sızmış, derin bir uykuda horlayarak uyuyordu. Nefes alışında yanakları şişiyor, burun delikleri büyüyor, göz çukuruna kadar indirdiği kirli beyaz fötr şapkası titriyordu. O kadar kendinden geçmişti ki atının kişnemesini dahi duymadı. At, sol ön ayağını toprağa vuruyor, başını yukarı aşağı sallıyor, yanlarına gelen bu yabancıları sahibine homurdanarak adeta ihbar ediyordu. Halis gülmemek için kendini zor tutuyordu, elleri ağzındaydı. Bir an makarayı koyuverecek, kahkahalarla dağı taşı inletecekti. Kendini sıkmaktan suratı kıpkırmızı bir hal almıştı. Salih, Pala’nın yanına usulca çömeldi. Usturayı yavaşça açtı. Pala’nın bıyığının sağ tarafını tek hamlede hızlıca kesti ve uzun siyah kıllar yere düştü. Kavruk tenli adamın dudağının üzerinin sağ yanı bembeyaz kalmıştı. Daha fazla kendini tutamayan Halis, gülmekten kendini yere attı. Pala Sefa bir anda irkilerek uyandı. Salih’le göz göze geldi. Ne olduğunu anlayamadı. Salih elindeki usturayı arkasına sakladı.

“Ne oluyor ulan” dedi Pala, sinirle doğruldu yattığı yerden.

Salih korkmuş, kalbi küt küt atıyor, titriyor, kendisine hâkim olamıyordu. Halis, durmadan kahkahayla gülüyordu. Sefa’nın gözü, toprağa saçılmış uzun kıllarına kaydı. Bıyığının bir kısmı toprakta yatıyor, hafifçe esen yelde savruluyordu. Eliyle dudağının üstünü yoklayan Sefa, bıyığının kesildiğini anladı. Kan beynine sıçradı. Gerindi ve Salih’e okkalı bir tokat attı. Öyle sert vurdu ki beş parmağının izi kalmıştı oğlanın yanağında. Hemen toparlanan Halis, tilki kıvraklığıyla kalkıp ayaklarını kıçına vura vura arkasına bakmadan kaçtı. Salih’i yakalayan Sefa, tokadı vurdukça vuruyordu.

“Sefa emmi! Öbür yanı da keseyim! Böyle tırtıl yavrusu gibi garip kaldı bıyığın” diye dalga geçiyordu Salih.

Hırsını alamayan Sefa’nın elinden bir an kurtulan Salih, kaçacak delik aradı. Oğlan önde, Sefa arkada, kovaladı durdu. Tazı gibi koşan oğlanı yakalayamayacağını anlayan Sefa, geri dönerek atına atladı. Soluğu, Salih’in babası Davut’un evinde aldı. Ağzına geleni söyledi, hırsı geçmiyordu. Sefa’nın bu halini gören Davut, sinirinden köpürmüş, palalığı elinden alınmış adamı sakinleştirmeye uğraşıyor, bir yandan da içten içe gülüyordu. Kasaba kazan, Sefa kepçe, her yerde Salih’i aradı, sordu. İğnenin deliğine, yılanın kovuğuna, kuşun yuvasına kadar bakmadık yer bırakmadı. Onun sinekkaydı halini görenler dayanamayıp gülüyor, Sefa ahaliye dalga konusu oluyordu. Bıyık gidince eski havası sönmüştü. Çareyi, tası tarağı toplayıp şehre yerleşmekte buldu. Atını da yanında götürdü. Bıyığını da bir daha hiç uzatmadı. Mehteran Takımında takma bıyıkla zurnasını çalmaya devam etti.

Öğrencilik yıllarından itibaren öykü yazmaya başladı. Yazdığı ilk öykülerin çeşitli edebiyat dergilerinde ve kitap seçkilerinde yayımlanmasıyla yazım hayatına ilk adımını attı. ‘Sessiz’ ve 'Can Davası' adlı iki öykü kitabı yayımlandı. Edebiyat, sinema ve tiyatro ile ilgileniyor.