Misafir: Mustafa Deniz Serter
Eser Adı: Horozun Günahı
Tür: Öykü
Ağustos sıcağının esir aldığı köyün meydanı, çocukların şen şakrak kahkahalarıyla inliyordu. Terden sırılsıklam olan çocuklar, minicik ellerinde sıkıca tuttukları gergin ipleri olanca güçleriyle çekiyor, sonra salıyor, havada süzülen uçurtmalar bulutsuz masmavi gökte dans ediyordu.
Köyün tek kahvehanesinin bitişiğindeki taş duvara oturan, dizlerindeki yaralar kabuk bağlamış dört çocuk, ayaklarını aşağıya sarkıtmış, ayakkabılarının topuklarını duvara istemsizce vuruyor, başları yukarı kalkık, ağızları açık, kısık gözlerle rengârenk uçurtmaları heyecanla izliyordu. Bu görsel şölene kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, iştahla yedikleri salçalı yarım ekmekleri ağızlarına götürmeyi unutuyorlardı. İskambil kâğıtlarını sertçe masaya vuran, okey taşlarını itinayla ıstakalarına dizen, tavla zarlarını kahve fincanıyla tahta tablanın üzerine yuvarlayan ve dama oynayan kahvehanedekiler, dünyanın dertlerinden bir an olsun sıyrılmışçasına, tavana yayılan yoğun ve boğucu sigara dumanının altında kendi hallerinde vakit öldürüyordu. Ara sıra geniş pencerenin arkasından, uçurtma uçuran çocuklara bakıyorlardı. Ortasından iki kolonla desteklenmiş, tavanının köşeleri örümcek ağlarıyla kaplı kahvehanenin tek katlı, üç pencereli, dış ve iç cepheleri kireçle badana yapılmıştı.
Kurulduğu günden bu yana yaz kış hiç kaldırılmayan kömür sobası, üç demlikli bakır çay kazanı, koyu yeşil masa örtüleri, sıra sıra dizilen tahta iskemleleri ve kırmızı kiremit döşeli çatısıyla, köyün sağlık ocağından daha iyi durumdaydı.
Oradan oraya uçuşan karasinekler, kahvehanedekilerin başlarına, yüzlerine konuyor, onlara rahat vermiyorlardı. Kahvehanenin köşesindeki yuvarlak masada oturan iki adam, az önce başlattıkları hararetli tartışmayı kavgaya dönüştürmek üzereydi. Daha önce de gazete okurken birbirlerine girmişler, oradakiler ikisini zar zor ayırmış, kavgada karambole düşenler atılan yumruklardan nasiplerini almıştı. Şimdi ise başka bir konuyu tartışıyorlar, sesleri yükseldikçe içeridekilerin dikkatlerini çekiyorlardı. Bütün başlar kendilerine dönüyor ve oynanan oyunlar yarıda bırakılıyordu.
“Yemin iç! Yemin iç!” diye bağırıyordu kekeç adam, karşısında oturan sakallıya.
“Hem vallahi hem billahi!”
“Olmaz! Yemin böyle içilmez” dedi kekeç adam, kendinden emin bir tavırla.
“Nasıl içilirmiş yemin? Göster bakalım!”
Kekeç adam, omzuna attığı kirli havluyla ocaktaki üçüncü çaydanlığı demleyen Kahveci Rıfat’tan bir bıçak istedi. Kahvedekiler oyunlarını bırakmış, pürdikkat bu iki adamı izliyordu. Rıfat, tezgâhtaki radyonun yanındaki küçük keskin bıçağı aldı ve kekeç adama uzattı.
“Elden olmaz! Masaya koy” dedi kekeç adam. Konuşurken zorlanıyor, takılıyor, duraksıyor, kalın dudaklarından etrafa tükürükler saçılıyordu.
“Masaya bırak. Elden alırsam seninle kanlı bıçaklı oluruz!”
Başını sinirle sallayan Rıfat, gönülsüzce getirdiği bıçağı masanın üzerine attı. Aldığı bıçağın sivri ucunu başparmağının dolgun etine batıran kekeç adam, çıkan kanı emmeye başladı.
“Yemin böyle içilir” dedi, yeni doğmuş bebek gibi sağ elinin başparmağını emerken “Bir damla kan iç”
“Yine neyi alıp veremiyorsunuz?” diye sordu Kahveci Rıfat. Omzundaki havluyla alnının terini sildi.
“Nefesi çok kuvvetliymiş. Okuyup üflediği hayvana kurşun işlemezmiş” dedi kekeç adam. Sivri çenesi titriyor, kirpikleri açılıp kapanıyor, dinleyenler, ağzından çıkan sözleri sabırla bekliyordu.
Altta kalmayan sakallı adam, masanın üzerindeki bıçağı aldı, kolunu havaya kaldırdı, uzatarak gerdiği başparmağına ufak bir çizik attı. Akan kanı çatlamış kuru dudağına götürdü. Kekeç adamın yaptığı gibi, kesik parmağını emdi. İkisinin de başparmakları ağızlarındaydı.
“Oldu mu?” dedi sakallı adam, parmağını ağzından çıkardı; “Şimdi içtim mi yemini?”
Oradakilerle birlikte başıyla onayladı kekeç adam. Dışarıdaki çocukların bağırış çığırışlarıyla ilgilenmiyorlar, biraz sonra olacakları merakla bekliyorlardı. Parmağını ağzından çeken sakallı, başını yana eğdi, serçe parmağıyla kıllı kulağını kaşıdı. Herkesin gözünün üzerinde olduğunu hissediyor, bundan da kıvanç duyuyordu. Hafif esen rüzgâr uçurtmaları havalandırıyor, boyunlarının ağrısına aldırmadan başlarını göğe kaldıran çocukların tiz sesi, kahvehanenin önündeki dut ağacına konan serçelerin cıvıltılı ötüşlerine karışıyordu.
“Bir hayvan bulup getirin. Okuyup üfledikten sonra ona kurşun geçmez” dedi sakallı adam.
“İnsan olmaz mı? Neden hayvan?” diye sordu Kahveci Rıfat, sigaradan sararmış dişlerini sırıtarak gösterdi.
“Olmaz! Benim duam insana değil, hayvana geçer” diyerek yumruk yaptığı elini masaya vurdu sakallı, ortaya attığı iddiasını oradakilere kabul ettirmek istedi.
Kahvedekilerin kahkahaları, dışarıdaki çocukların bağırışlarını bastırıyordu. Uçurtmalarının ipleri birbirine dolanmış çocukların kavgaya tutuşmalarını fark edemeyen kahvedekiler, kekeç ile sakallı adama odaklanmış, onların iddiasına kulak kesilmişti.
“Palavracının teki bu” dedi kekeç adam, suratını buruşturdu, oturduğu iskemleyi yana çevirerek, bacak bacak üstüne attı ve arkasını döndü. Konuşmaya uğraşırken sağ ayağı titriyor, sallanıyordu.
“Kimmiş ulan palavracı? Hadi getir bir hayvan, okuyup üfleyeyim. Sonra çek vur. Bak bakalım kurşun geçiyor mu?” diyerek iddiasını kendinden oldukça emin bir tavırla sürdürüyordu sakallı.
“Günah günah! Ben hayvan vurmam” dedi kekeç, gövdesini çevirmiş, yüzünü tekrar sakallıya dönmüştü.
İkisi arasındaki iddia, oradakilerin bir hayli ilgisini çekmişti. Yerlerinden kalkanlar, sakallı ile kekeç adamın başına toplandılar.
“Ben vururum” diyerek öne atıldı Kahveci Rıfat, “Ne de olsa avcıyım. Yalnız! Hayvan fark eder mi?”
“Fark etmez” dedi sakallı, “İster ayı, ister fil, isterseniz domuz getirin”
Dizlerine vurarak gülmeye başladı kekeç adam. Gülmesi kahkahaya dönüşmüştü. Sağ ayağı titriyor, omuzları inip kalkıyor, gözlerinden yaş akıyordu.
“Ayıyı, fili nereden bulacağız ulan? Ömründe hiç gördün mü” dedi Rıfat, ağzının kenarında tuttuğu sigaranın dumanı gözlerine kaçmış, sulanan gözlerini elinin tersiyle siliyor, yine de dudağındaki sigarayı alıp, masadaki küllüğe basmıyordu. Günde üç paket içtiği Birinci sigarası, ciğerlerini doldurmaya yetmiyordu.
Ayağa kalkan sakallı, geniş pencereden dışarıya baktı. Kafasını yavaşça bir sağa bir sola çevirdi. Gözlerini kısmış, radar gibi etrafını tarıyordu. Meydanda tek bir hayvan yoktu. Kahvenin, taştan örülmüş bahçe duvarının dibindeki kümes gözüne çarptı. Tel örgülü kümeste iki horoz, dört tavuk vardı. Başlarını ileri-geri oynatan hayvanlar, kendi hallerinde kümesin içinde dolanıyordu.
“İşte bu horoz olur” dedi sakallı, kolunu uzatmış, parmağıyla işaret ederek göstermişti.
“Git işine” dedi Kahveci Rıfat, “Koca köyde bula bula benim horozu mu buldun okuyup üfleyecek? Yok mu uyuz bir it? Gidin getirin.”
“Oyun bozanlık etme. Ben nefesime güveniyorum,” dedi sakallı, dipleri kir dolmuş tırnaklarıyla, bağrındaki kıllarla birleşen sakalını kaşıyordu.
Kahvedekiler de bu iddiaya ortak olmuş, Kahveci Rıfat’ı ikna etmek için akla karayı seçiyordu. Bunun ilk olmadığını, daha önce bir tavuğa üflediğini ve hayvana ne kurşun ne de sapanla atılan taşların değdiğini, tesirli nefesinin hayvanın etrafına koruma kalkanı gibi duvar ördüğünü söyleyen sakallı, kendine olan güvenini ısrarla vurguluyordu.
“Ne zaman olmuş bu? Biz hiç duymadık” diyen Kahveci Rıfat, bir şartla ikna olmuştu. Olur da horoz ölürse ya parası verilecek ya da yeni bir horoz alınacaktı. Rıfat da içten içe olacakları merak ediyor, önce kabul ediyor sonra vazgeçiyor, tekrar kabul ediyordu.
“Kabul!” dedi sakallı, elini gömleğinin cebine attı, parmağını diliyle ıslattı, sayarak bir miktar ayırdığı parayı masaya koydu.
Kümesten getirdiği horozunu sakallı adamın oturduğu masanın üzerine bıraktı Kahveci Rıfat. Elleriyle hayvanı kanatlarından kavrayan sakallı, gözlerini kapıyor, özenle kesilmiş bıyığının altındaki dudakları kıpır kıpır oynuyordu. Arada sırada da horozun ibiğine üfürüyor, gözleri kapalı halde başını oynatıyor, çenesini kaldırıp indiriyor, gövdesi bir öne bir arkaya gidip geliyordu. Kahvedekiler, meraklı gözlerle adama bakıyor, çıt çıkarmadan sessizce bekliyorlardı. İçtikleri sigaraların mavi dumanları tavana doğru süzülüyor, kat kat yoğun bir duman tabakası oluşturuyordu. Kuyruk ve boyun tüyleri parlak, gözleri siyah, bacakları koyu gri, gösterişli büyük kırmızı ibiğini titreten horoz, kafasını hızla ileri geri sallıyor, çırpınmaya çalışıyordu. Ayaklarını masaya vuran horoz, kaçıp kurtulmaya uğraşıyor fakat sıyrılamadığı iri eller buna izin vermiyordu. On dakika boyunca süren okuyup üfleme merasimi nihayet sona erdi. Kahveci Rıfat, çay ocağının arkasındaki duvara astığı çift kırma av tüfeğini kuşandı. Sakallı adam, iki eliyle mengene gibi sıktığı horozu, suratına her an gelebilecek gaga hamlesine karşı kollarını gererek uzatmış, güvenle dışarıya çıkmıştı. Arkasından da içerideki kalabalık geliyordu. Uçurtma uçuran çocukların kavgaları sürüyordu. İki gruba ayrılan çocuklar, önce yerde yuvarlanarak yumruk yumruğa birbirine girmiş, sonra duvarların arkasına gizlenmişti. Ellerine aldıkları irili ufaklı taşları birbirlerine fırlatıyorlardı. Kahveden çıkan kalabalığı görünce bir şeyler olacağını sezen çocuklar, taş savaşına ara verdi. Duvarın arkasına sinen bir çocuk üstündeki kirli beyaz atletini çıkarıp sallamıştı. Karşı taraftaki çalılığın içinden uzanan ince bir kol, beyaz külotunu havada tutuyor, böylelikle beyaz bayrak anlaşmasıyla ateşkes sağlanıyordu. Şaşkın ve meraklı gözlerle kalabalığa bakan çocuklar, avuç içlerinde biriktirdikleri cephanelerini yere attılar. Sakallı adam, son kez okuyup üfledikten sonra “tüh tüh maşallah” diyor, rahat durmayan horoz gagasını uzatıp geri çekiyordu. Köy meydanının ortasına hayvanı bırakan Sakallı, horozu ürkütmemek için ağır adımlarla geriye dönmüş, kahve önünde bekleyen kalabalığın arasına karışmıştı. Kahveci Rıfat, etrafta oturan çocukları uyardı ve herkesi kahvenin önünde topladı. Ahali pürdikkat kesilmiş, çıt çıkarmıyordu. Tüfeğin kabzasını omzuna yerleştiren Rıfat sol gözünü yumarak nişan almıştı. Sağ gözüyle gez, göz ve arpacığı birleştirdiği anda tetiğe bastı. Tek fişekten fırlayan saçmayla vurulan okunmuş üflenmiş horozdan geriye havada uçuşan simsiyah parlak tüyleri kaldı. Uzun süren sessizliğin ardından kekeç adam ve diğerleri ağız dolusu gülüyordu. Başını eğen sakallı adam, gür kaşlarının altında kocaman açtığı gözlerle toprakta cansız yatan horoza bakıyordu.