Melek Şen – Posta: Alıcı Boş (2’nci Mektup)

Misafir: Melek Şen
Eser Adı: Posta: Alıcı Boş (2’nci Mektup)
Tür: Mektup Roman

Daha güneş doğmamış, gecenin köründe uyanmak adet olmuş bende. İçim o kadar yanmış ki, komodinin üzerinde duran suyu bir dikişte içmişim. Bir yerlerde duymuştum, suyun zihin açma ve baş ağrısını da önleme özelliği varmış. Sizin de işinize yarar diye söylüyorum.

Bir önceki mektubumu alelacele bitirmiştim. Tam olarak nerede kaldım emin değilim. Bu nedenle iki nüsha yazmaya karar verdim, birini size göndereceğim, diğerini kendime saklayacağım, şahane fikir değil mi?

Saman kağıdından defterimi aldım, yatağıma uzandım, nereden başlayıp yazsam diye çok düşündüm. Geçmişten bugüne mi? Bugünden geçmişe mi? Biraz klişe olacak ama geçmişten başlayarak yazmak isterim, zira şu anki halimi daha kolay anlayabilirsiniz.

İstanbul’un eski güzeli, yeni çirkini olan Tarlabaşı’nda doğmuşum. Beş katlı bir apartmanın en üst katında oturuyorduk. Geniş camları, yüksek tavanları vardı.  Tüm odaları sarı renkti, bundandır ben sarı rengi hiç sevmem. Apartmanın merdivenleri saraylardaki gibi dönemeçliydi, üst kısımları ahşap, belli yerlerinde simgesini tam hatırlayamadığım çok güzel oymalar vardı. Aşağıdan yukarıya bakarken adeta yerden göğe yükseliyor gibiydim, muazzam bir görüntüsü vardı. Kişiliğimin oluşma çağları tamamlanana, yani 7 yaşıma kadar bu evde yaşamıştık. Freud’un kişilik ve ahlak gelişimin büyük ölçüde ilk 6 yılda tamamlandığını ve sonrasında önemli gelişmeler olmadığını söyledi diye hatırlıyorum. Şimdi düşünüyorum da; çocukken ne gördüysek, işittiysek, hissetiysek büyüyünce onun bütünü mü oluyoruz? Belki de, zamanı geldiğinde heybemizden o an için işimize gelen pelerini çıkartıp, yolumuza devam ediyoruz.

Ne diyordum, yaşadığım ev, ailem. Üç kişilik çekirdek bir ailem vardı. Anneannem, annem ve ben. Anneannem sabahları beni öperek uyandırırdı, yanağıma şöyle bir dokunsam halen hissederim. Yaşı epeyce olan, ton ton, tatlı dilli, benim kıymetlim. Masallarımı anlatan, hayal dünyamı genişleten, oyun arkadaşımdı. Bazen söz dinlemez bir çocuk olurdum, küçük bedenimi cesaretlendirip cadde başına kadar koşardım. Oradaki insan kalabalığını sevdiğimi hatırlıyorum. Hanımların, beylerin koşturmalarını izlemek, oyun gibiydi. Caddenin sağ tarafında çiçek pasajı vardı, içinde Mehmet amcanın oyuncak tezgâhı, her bayram ve yeni yaşımda bana oradan oyuncak alınırdı.  Pasajın yanındaki marketten Beyoğlu çikolatası, sokaktaki tezgâhtan simit…  Ben sevdiğim bu yerlerin hayaliyle bir sokağın kıyısında kalmışken, anneannem beni bulur bir tatlı fırça kayar, sonrasında yine bana çikolata alırdı. Biz evimize dönerdik. Anlayacağınız çocukluğumun başlangıcı güzel diyebileceğim, özlediğim anılarla dolu.

Şimdi ise sevmek ve sevilmekten çok uzak bir yerdeyim.  Elimde bir ip var, onu çözmem gerekirken kördüğüm yapmaya devam ediyorum. Kendi bedenimde tutsaklığa devam edip ruhuma can çekiştiriyorum. İnsanın ilk önce kendine iyi gelmesi gerekirken ben bugün diğer elimi tutup ayağa kaldırırken, yarın o elime sert bir tokat atabiliyorum. Bu dünyada gamsız, duyarsız olabilmeyi ne çok dilerdim. Yaşadıklarım, çevremde gördüklerim, sokakta işittiklerim beni bir girdaba çekti. Ne çekmesi yuttu desem daha doğru ifade etmiş olurum. Bir esarete mahkûmum.

Sevgili Hanımlar, Beyler,

Şu an için anlatabildiklerim bu kadar. Hoşça kalın.

Siyah ve beyaz kadar net olan yaşamını, "... nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?" sözünü benimseyerek, yeni duygularla şekillenmeye çalışan biri.