Misafir: Doğukan Doğan
Eser Adı: Başlangıçlara Gebe Ayrılıklar
Tür: Öykü
“Her ayrılık yeni bir başlangıca ve her başlangıç da yeni bir ayrılığa gebe.
Ne kadar istemesek de varacak, olur olmaz sebepler istenmeyen bir hüzne,
Hüzünlü konuşmalar ise ağlamaklı gözlere.
Yanlış zaman, olmadı yanlış insan diyeceksin ama
Yine de istediği cevap olmayacak bu zavallı mağrur kalbine…
Sen yine küçük gözlerimde büyük ve ben yine büyük kalbinde küçük bir siluet halinde.
Bir gün sözlerinde küçülüp gözlerinde büyümek dileğiyle…”
Satırları yazıyordu, çay dökülmesinden dolayı ucu sararmış kâğıdın bir köşesinde. Çay kokan satırların altına alelade bir uçurtma çizilmiş, kuyruğu gövdesinden ayrı. Onun da karşısında karalama akustik bir gitar çalınmış, telleri sap kısmına kavuşma hasretiyle sancılı. Alışkın değildi; bir şeyler yazarken onların yanlarına da bir şeyler çizmek, karalamak, şiirlerini resimlerle dost yapmaya çalışmak konusunda. Yüzüne anlık bir tebessüm yerleşmiş hoşuna da gitmişti aslında bu durum. Hatta bir ara ciddi ciddi düşünmüştü. Artık kendini sadece resim yapmaya mı adasaydı diye.
Sonra yüzüne daha uzun bir tebessüm yerleşti ama bu ötekinden farklı olarak alaycıydı. Bu alaycı tebessüm belki delice bir kahkahaya da dönüşebilirdi ta ki kapıya yıkılırcasına omuz atılmasına kadar. Kapı deliğinden bakmak istedi ama kapı eşiğinde kimin olduğunu açıkçası hiç merak etmiyordu. Merak’ı terk edip ondan ayrılalı yaklaşık 8 sene olmuştu. Filozof olacaktı, herkes doktor, öğretmen ya da polis olmak isterken. Aslında filozof kelimesinin anlamını sorsanız daha o zamanlar ne olduğunu bile bilmezdi. Fil bakıcısı dese şaşırmazdınız hani, o derece. Okuldaki Türkçe Öğretmeni Hasan Bey söylemişti, onun aklına kazınacak olan bu kelimeyi. Bir derste o kadar çok soru sormuştu ki öğretmeni tatlı sert dayanamayıp ona filozof lakabını takmış “Sen büyüyünce kesin filozof olursun, bu bünyeye bu kadar soru pes doğrusu, maşallah maşallah!” demişti. İşte o günden sonra isminin anlamını dahi bilmediği bir şey olmak için daha fazla soru sorar merak eder olmuştu ta ki yırtılmasına ramak kalmış takvim yaprağının o günü göstermesine kadar. Daha dün içtiği zifiri kahvenin tüten sıcak dumanı gibi hatırlıyordu her şeyi. Meraktan, annesinin, nasıl makyaj yaptığını öğrenmeyi… Meraktan, annesini takip edip nereye gittiğini bilmeyi… Meraktan, annesinin girmiş olduğu yaşlı apartman dairesindeki evin içine bakmayı ve meraktan, annesinin elini tuttuğu adamın, babası olabileceği hissiyle yüzünü görmeyi… Hepsini Merak’tan istemiş ve onu takip ederek istediğini de elde etmişti. Yine Merak sayesinde, annesinin kanatları ve ona havada yön veren kuyruğu olmadan uçamayacağını da öğrenmişti. Yüzü kızaran bir annenin balkona koşarak gittiğinde ne yapacağını merak edip arkasından koşmak, bir filozof için acınası tecrübelerdendi. O günden itibaren Merak; onun için bir zamanlar en yakın, şimdiyse geçmişte kalan en acı bir dost olarak kalacaktı ve bir daha Merak’ın adını meraktan da olsa asla anmayacaktı. Sonrasında uzun uzun anmama depresyonlarına girse de.
Zaten Merak; babasına olan sevgisini ters şeride geçirip kin duygusunun altında ezdirmemiş miydi? Annesine bıraktığı ayrılık mektubunu, yazacak boş bir kâğıt sanıp merak ve heyecanla eline aldığı zaman. Boş sandığı kâğıt yazılıydı ama içinde yazılanlar boş kâğıttan farksız ve anlamsızdı bir nevi. “Ben gidiyorum artık başka diyarlara, senden ayrılmak üzere. Sen de unut beni ömrün boyunca, bir daha hatırlamaman ümidiyle.” dizeleri yazıyordu bildiği mektuplara benzemese de o mektupta. “Mektup ahlak kuralıdır. Bari başına Sevgili Karıcığım diye yazsaydın be baba!” diye içinden geçirdi ve yine kendini alaycı bir o kadar da sinirli tebessümlerin içinde buldu. Bu tebessüm yağmurunu, bir zamanlar yazdığı bir şiirin ardından annesinin, “Oğlum, babana o kadar çok benziyorsun ki ama keşke yüreğin ya da sözcüklerin yerine yüzün benzeseydi.” diye söylediği tek cümle yerle bir etti. Klasik “Neden?” sorusunu sormasına rağmen gerekli cevabı o zaman annesinden alamamış, bu cevabı bu mektupla kendisi bulmuştu. Tabii bu buluşmada tek dostu Merak’ın da büyük katkısı tartışılamaz. O zaman anlamıştı dost acı söyler lafını, hem de neden sorusunu bile sormadan. O günden sonra hiç kimseyi dostu yapmadı ta ki bir kişi, Nebi, dışında.
Aslında Nebi onun değil de o, Nebi’nin dostuydu sanki. Çünkü Nebi’ye hep acı söyler, hep üstüne giderdi. Nebi ise buna bozulmaz, karşılık olarak ona hiç acı şey söylemezdi. Nebi iyiydi hoştu ama onda sevmediği tek bir yan vardı. Nebi, onu merak ederdi. İşte yine Merak’ı yanına alıp gelmiş, kapıyı açmayınca da omuzlayıp kırma çabasına girmişti. Kapı küçük bir tık sesiyle açıldı belki ama o küçük ses Nebi üzerinde bir deprem etkisi yaratmaya yetmişti adeta. Onu görür görmez “Kapıyı aç, yoksa kıracağım. Sana söylüyorum evde misin?” diye çığlık atıp kapı omuzlama teşebbüsüne dahi giren Nebi, bir anda susmuştu ve o andan itibaren onun yerine gözünden akan iki damla yaş dile gelip konuşmuştu. Nebi yaklaşık 2 haftadır dostundan haber alamıyordu ki ondan ayrı kalma süresi sadece gece uykularıydı. Hatta bir ara ona da dayanamayıp bu akşam beraber uyuyalım mı teklifi bile yapmıştı. Bir kahkaha sokağı inletmese Nebi ne dediğinin farkına dahi varmayacaktı. Sonradan jeton düşmüş ve kızarmıştı. “Ben, gel akşam film izleriz sonra da bizde kalırsın anlamında söylemiştim. Sen de anladın da benle dalga geçmek için başka anlamlara çektin de mi?” Nebi saf çocuktu ve o saflıkla seviyordu onu. Annesinin ölümünden sonra babasıyla kocaman bir evde kalıyorlardı. Tek arkadaşıydı o, Nebi’nin. Sahi bir de Merak vardı, yeni yetme. Ama şu anda Nebi sinirliydi hiç olmadığı hatta hiç görmediği kadar. Gerçekten de sinirlendiğini hiç görmemişti ya da hatırlamıyordu.
“Eylül aradı beni, telefonlarına bakmıyormuşsun, sağlığından haber de vermiyormuşsun. Seni merak etmiş.”
“Sakın, sakın, bir daha o kelimeyi ağzına alıp kullanma, sakın!
Nebi tekrar susuyor. Yine asırlar sürecek suskunluk başlıyor. Yaklaşık beş asır geçince patlayan bir volkanı kendine örnek alan Nebi, patlıyor. “Niye konuşmuyorsun. Kızcağız orada biçare, ben burada darmadağın. Herkes merak içinde.”
Yanlış kelimeyi yanlışlıkla kullandığının farkına varıyor ama bu sefer susmuyor…
“Derdin ne senin ne istiyorsun o zaman?”
“Sadece gitmeni…”
diye iki kelime çıkıyor ağızdan. Nebi’nin iki damla gözyaşına kardeşler getirmeye yetiyor bu söz ve bir hışımla kapıya koşmasına. Yaklaşık on dakika önce omuz atıp kırmaya çalıştığı kapıyı aynı sertlikle açıp gitmeye hazırlanırken.
“Hatırlar mısın yaptığımız ilk uçurtmayı, ben bilmezdim ki uçurtmanın kuyruğu olduğunu onu süs sanırdım. O yüzden o kadar gösterişli yapmıştım mahallenin en güzel ve süslü uçurtması benim olsun diye. Sonra meraktan kendime de sormuştum. ‘Milletinki hiç de süslü değil, onlarınki ne güzel uçuyor. Benimkisi havaya bile kalkmıyor. Neden acaba?’ Sonra gökten ilahi bir ses gelmişti sanki. ‘O kuyruk gövdenin üstüne değil arkasına takılacak.’ Yüzümü kaldırıp senle paylaştığım ilk kelime ‘Neden?’ olmuştu ve ardı arkası kesilmeyen neden türevi soruları bir hışımla o an senle tanıştırmıştım. Sen de iyi dayanmıştın bana hani, annemden sonra sorularıma katlanıp bir de üstüne cevap veren ilk ve tek kişiydin. Sahi biliyor musun bunu şu anda fark ediyorum. Vay be… Keşke seninle daha önceden tanışsaydık, o zaman anneme de bir kuyruk yapardık. Kuyruk ona yön verir, aşağı yerine belki yukarı çıkmasını sağlardı ha ne dersin… Hııı ne kadar ilginç değil mi Eylül’le Eylül ayında tanışmam? Yine kader martavallarına başlama hemen. Sen göstermemiş miydin bana onu? ‘Bak bu tam senin kalemin’ demiştin. Evet, ilk görüşte anlamıştım ben de. Aşk denilen bir şiir yazacaksam onu bu kalem eşliğinde yazmalıydım. Off harbi ne kadar peşinden koşmuştum. Bütün sırlarımı sadece sen biliyordun. Herkes efkâr komasına girerken, ben şiir komasına girmiştim. Dur durak bilmeden yazıyordum, ama o zamanlar resimsizdi şiirlerim. ‘Bırak oğlum onu, o sana zaman kaybı kuzum benim. Sen okuluna bak. Daha çok zamanın olacak ileride, bunları o zaman düşünürsün. Yaşın daha çok genç. Gözüne, yüreğine yazık.’ Demişti annem ve benzer tepkileriyle sözleri bir hayli artmıştı o zamanlar. Ama ben sevdiğimi hiç bırakmamış aksine, dört elle sarılmıştım ona. Aslında her sevgi, sevdiğime ulaşmam için bir araçtı. Belki de böyle düşünmem bir hataydı ve annem hiç olmadığı kadar haklıydı. Bilemiyorum… Bildiğim tek şey, her ayrılık yeni bir başlangıca gebe. Ben doğacak çocuğumu bekliyorum artık. Belki adını resim koyarım, belki de müzik. Korkma kendime bir şey yapmam. En son, beni sevdiğimle tanıştıran Merak’tan ayrıldığım için bu kadar hüzünlenmiştim. Şu anda da o sevdiğimden, kavuşma ihtimallerini ortadan kaldırıp ebedi ayrıldığım için dertliyim. Sen git şimdi Nebi, ben bugün olmasa da birkaç gün sonra seninle uyumaya gelirim.
Nebi yolda giderken dinlediklerini düşündü ve sevdiğim dediği Eylül’ü bu kadar severken niye ondan ayrıldığını merak etti. Oysaki yanılıyordu. Eylül sadece bir araçtı. O en büyük acıyı, babasının doğuştan armağan verdiği ve annesinin zamanında o armağanı kır, at, bırak oğlum dediği ebedi sevdiği Şiir’den ayrıldığı için taşıyordu.