oiktoz söyleşileri; tiyatrodan edebiyata, dizi ve sinema dünyasından sahne arkasına uzanan çok katmanlı bir anlatı serisidir. Bu söyleşilerde; oyuncular, yazarlar, yönetmenler, sahneler, mekanlar, sahne tasarımcıları ve eleştirmenler gibi sahne sanatlarının ve anlatı dünyasının tüm aktörleriyle bir araya geliyoruz.
Bu bölümde, “Şairler Mezarlığı” oyunu özelinde Tiyatro A.H.E.N.K’in kurucuları Selena Demirli ve Ersin Doğan’la sahne, edebiyat, şiir ve varoluş üzerine derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Şairler Mezarlığı; doğmamış bir ruhla bir şairin öte âlemdeki karşılaşmasına ve insan olmanın sınırlarına dokunuyor.
Bağımsız tiyatronun büyüsüne, yaratıcı sürece ve içsel mücadeleye tanıklık etmek için ister yazılı söyleşimizi okuyabilir isterseniz de sayfa sonunda yer alan videolu söyleşimizi izleyebilirsiniz.
___
Merhabalar Selena Hanım ve Ersin Bey. Bugün “Şairler Mezarlığı” tiyatro oyunu özelinde sohbet edeceğiz.

Oyun özelinde sorularımıza geçmeden önce biraz sizleri tanıyarak başlamak isteriz?
Selena Demirli:
Adım Selena Demirli, 26 yaşındayım. Ersin’le birlikte kurucusu olduğumuz Tiyatro A.H.E.N.K’in ve Şairler Mezarlığı adlı oyunumuzun yapımcılığını üstleniyoruz. Aynı zamanda oyunda yönetmen ve oyuncu olarak yer alıyorum. Bahçeşehir Üniversitesi Konservatuvarı Yüksek Lisans Oyunculuk Bölümü mezunuyum. Lisans eğitimimi ise Türk Dili ve Edebiyatı alanında tamamladım. İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesindeki Darülbedayi Atölyesi’nde üç yıl süren bir ön eğitim aldım.
İzmir doğumluyum ve tiyatro hayatıma da çocuk yaşta İzmir’de başladım. Bu işi bir meslek olarak yapmak istediğime karar verdikten sonra İstanbul’a yerleştim. Uzun süredir çeşitli özel tiyatrolarda hem yönetmen hem oyuncu olarak görev alıyorum. Ancak bu defa, tamamen kendi üretimimiz olan bir projeyi hayata geçirdik. Ersin’le birlikte, “Daha özgür bir alanı nasıl inşa edebiliriz?” sorusuna yanıt ararken Tiyatro A.H.E.N.K’i kurduk. Yol arkadaşlarımızla birlikte Şairler Mezarlığı’nı sahnelemeye başladık.
Ersin Doğan:
Ben Ersin Doğan, 34 yaşındayım. Yazın dünyasına, özellikle edebiyata, romancı kimliğimle adım attım. Öncesinde öyküler yazıyordum ancak ilk basılı kitabım 2021 yılında yayımlanan Uyanma Vakti adlı romanımdı. 2023 yılında ikinci romanım Mahrumiyet Oteli okuyucuyla buluştu.
Selena ile evliliğimizin ardından tiyatro dünyasına onun aracılığıyla daha yakından dâhil oldum. Uzun süredir tiyatro oyunlarını izleyip bir yazar gözüyle analiz ediyordum. “Bu sahne şöyle olabilirdi, bu yapı daha farklı ilerleyebilirdi” gibi düşüncelerle oyun metinlerine dair içsel bir değerlendirme sürecim vardı. Bu süreç beni oyun metinleri yazmaya yönlendirdi. İlk tiyatro metnim, bir öykümün sahneye uyarlanmasıyla ortaya çıktı. Bugüne kadar toplam sekiz oyun yazdım; Şairler Mezarlığı da bunlardan biri. Yaklaşık 1,5 – 2 yıl önce kaleme aldım.
Tiyatro ve edebiyat dışında bir de mühendislik geçmişim var. Makine Mühendisiyim, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden 2014 yılında mezun oldum. Doğduğum şehir olan Ankara’nın politik atmosferinden Karadeniz’in doğasına, askerlik görevimi sınır karakolunda bir yıl boyunca komutan olarak yapmama kadar birçok farklı deneyim yaşadım. Yurt dışı tecrübeleri de eklendiğinde, bu çeşitlilik yazarlık yönümü ciddi şekilde besledi.
Sonunda kendi tiyatromuzu kurma fikrine ulaştık. Çünkü bir eser yazdığınızda bunu birilerine gönderip değerlendirilmesini beklemek çok düşük bir ihtimal. Bu, ne yazık ki birçok yazar için geçerli bir gerçek. “Bu projeyi 80 kişiye gönderdim, 81.’de oldu,” veya “Hiç kimse değer vermedi, ben kendim yapmaya karar verdim ve başarıya ulaştı,” gibi hikâyeleri pek çok sanatçıdan duyabilirsiniz. Şairler Mezarlığı da bizim için böyle bir sürecin ürünü oldu. Aslında başka bir oyun üzerine çalışıyorduk; ama birdenbire bu metin ortaya çıktı. Ben hep ‘doğruların bir araya geldiği bir dünya’ olarak tarif ederim bu oyunu. Böylece sahne yolculuğumuz da başlamış oldu.
Öncelikle “Şairler Mezarlığı” oyununu ilk defa izleyecek kişiler için biraz anlatır mısınız?
Selena Demirli:
Tabii, memnuniyetle. Yönetmen ya da bir seyirci gözüyle oyunu ilk incelediğinizde, ismi ve şiir ögesinin varlığı doğal olarak şu soruyu doğuruyor: “Bu bir şiir oyunu mu? Karakterler şiirlerle mi konuşuyor?” Oyunun ismi bile başlı başına pek çok soru işareti taşıyor. Bu açıdan hak veriyorum.
Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse –ki Ersin oyunun arka planını daha detaylı aktaracaktır– oyun, bizim bilmediğimiz bir âlemde, yani “öte âlem”de geçiyor. Ölümden sonra var olduğuna inanılan bu boyutta, iki farklı ruhun karşılaşmasına tanıklık ediyoruz. Bu ruhlardan biri, henüz yaşamın eşiğinde kaybedilmiş, 7 aylık doğmuş, dünyada sadece 8 saat yaşayabilmiş prematüre bir bebek; yani sağlıklı doğmamış, özel gereksinimli olabileceği düşünülen bir varlık. Diğeri ise gerçek bir şair olan, Piraye adında, şiirle iç içe bir hayat sürmüş bir kadın.
İkisi, “Şairler Mezarlığı” adlı bu yerde bir araya geliyor çünkü her ikisi de şair olduklarını ifade ediyor. Elbette burada Mısra karakteri aslında şair değil; ancak anne karnında geçirdiği 33 hafta boyunca şiirle dolu bir dünyada büyümüş. Anne ve babasının şiire olan sevgisi nedeniyle kendisine “Mısra” adı verilmiş. Mısra da, öte âlemde, ismini ve kimliğini bu şekilde söylüyor. Ruhlar burada mesleklerine göre sınıflandırılıyor ve ilk karşılaştığımız ‘şair’ ruh Mısra oluyor.
Bu tercihin nedenini, yani neden tek bir ruhun burada temsil edildiğini, birazdan Ersin daha detaylı açıklayacaktır. Çünkü bu, bize sıkça yöneltilen bir soru. Ben de metni okudukça, sohbetlerimiz ilerledikçe bu yapının ardındaki edebi eleştiriyi daha iyi kavradım ve metne olan ilgim derinleşti.
Oyun, Mısra ve Piraye adlı bu iki ruhun karşılaşmasıyla; geçmişlerine, edebi sorgularına, şiirin sınırlarına ve anlamına dair sorgulamalarla ilerliyor. Zamanla oyun alanı, onların bedenlerini ve ruhlarını şiir formunda gözlemlediğimiz deneysel bir araştırma sahasına dönüşüyor. Kısacası, iki ruhun öte âlemde şiir üzerinden kurduğu ilişki ve bu ilişkinin giderek bir çatışma zeminine evrilmesi, Şairler Mezarlığı’nı oluşturan ana ekseni oluşturuyor. Bir şiir dünyası, bir varoluş alanı, şiirin bedene dönüşme ihtimalini araştıran bir kurgu…
Ersin Doğan:
Evet, Şairler Mezarlığı’nı anlatmak benim için hep karmaşık bir duygu olmuştu. Sanat ve edebiyat üzerine yaptığımız sohbetlerde hep şöyle derdim: “Bir gün bir film yapacağım ama kimse izlemeyecek.” Bu, insanlar tarafından tebessümle karşılanırdı ama bence bu cümle, toplumun gerçekliğiyle oldukça örtüşüyor.
Bugün geriye dönüp baktığımda, Şairler Mezarlığı da aslında tam olarak böyle bir proje oldu. Zor bir proje, hatta çok zor. Türkiye’de ve dünyada hak ettiği değeri göremeyen iki alanı –tiyatro ve şiiri– bir araya getirerek seyirciye sunmak istedik. Bu yüzden Şairler Mezarlığı benim için bir direnişin simgesi oldu. Selena’in de az önce bahsettiği gibi, sık sorulan bir soru var: “Neden sadece bir kişi var?” Bunun detayına birazdan girebiliriz ama bu tercih, metnin merkezindeki eleştirinin bir parçası.
Benim açımdan bu oyun, bir yazarın protestosudur. Sosyal medyada şiirlerimi gören birçok kişi, neden bir şiir kitabı çıkarmadığımı soruyordu. “Şiirlerin romanlarından daha etkileyici, neden yayımlamıyorsun?” diyenler oldu. Ama Türkiye’de şiir kitabı yayımlamak isteyen yayınevi sayısı oldukça az. Hatta bırakın yayınevini, şiir dosyaları çoğu zaman hiç değerlendirilmeden bir kenara atılır.
İşte böyle bir ortamda Türkiye’de şairlerin kitapları değil, ancak mezarlıkları olur. O mezarlıklarda da en fazla bir kişi yer alır. Bu düşünceyle yola çıktım. Bugüne kadar pek çok öykü, iki roman yazdım; üçüncü romana başladım. Ancak hiçbir eserime yazım sürecinde isim vermedim. Hep eser biter, sonra isim koyardım. Fakat Şairler Mezarlığı bu anlamda bir ilkti. İçimdeki protesto, daha başta bana şunu söyledi: “Bu eserin adı Şairler Mezarlığı olmalı.” Ve metni bu başlıktan yola çıkarak oluşturdum. Karakterler, olaylar, kurgu bu başlığın ardından şekillendi. Süreç böyle başladı…

Birçok sanat üretimi aslında bir dert meselesi olarak ortaya çıkar. Bir derdi anlatmak için sanat güçlü bir araçtır. Sizin bu oyunu çıkarırken ki derdiniz neydi?
Ersin Doğan:
Aslında işin temeli şöyle başlıyor. Evet, Şairler Mezarlığı ismini en başta koyduk. Ama ben her zaman şunu söylerim: Şairler Mezarlığı ortaya çıkmadan önce, bazı oyuncu arkadaşlarım ya da bu işin içinde yer alan kişiler zaman zaman bana gelip, “Aklımda şöyle bir proje var. Sen roman da yazıyorsun, bu fikri sen yazar mısın?” diye sorarlardı. Benim cevabım hep netti: “Hayır, ben yazamam.” Çünkü bu senin projen. Zaten sen o hikâyeyi zihninde yazmışsın. Yapman gereken sadece onu kâğıda dökmek. Ben o fikirle ilgili bir şey yazarsam, o artık benim projem olur ve seninkinden tamamen farklı bir şey ortaya çıkar. Çünkü o, Ersin Doğan’ın kaleminden çıkmış bir metin olur. Yani her şeyin, Ersince bir dili ve ruhu olmalı.
Şairler Mezarlığı da böyle bir yerden başladı. Önce adı kondu. Sonra işin içine Mısra karakteri girdi, ardından Nazım’ın Piraye’si dahil oldu. Mısra’nın dertleriyle Piraye’nin dertleri çatışmaya başladı. Böylece, insanın insanla olan mücadelesini, bu dünyadan bağımsız bir alana taşıyan bir hikâye doğdu.
Bu alan, kişinin inancına göre değişebilir: İnanıyorsanız “ahiret”, inanmıyorsanız “öte âlem”, “paralel evren”, “karanlık bir bilinç”, hatta “uzayın bir noktası” diyebilirsiniz. Ne isim verirseniz verin, aslında mesele hep aynı: İnsanla insanın mücadelesi.
Ben bu oyunu paylaşırken hep şöyle dedim:
“İnsanın insanla olan mücadelesini şiirler savurarak anlatmak için yola çıktık.”
Evet, Şairler Mezarlığı ilk başta bir yazar protestosu olarak başladı. Ancak süreç içinde bu sınırları aştı. Oyunun içinde hâlâ bu eleştiriye dair izler var ama mesele sadece bu değil. Temelde öyle bir yapı kurduk ki, insanın insanla olan mücadelesini, şiirle iyileşme çabasını, birbirini anlamaya ve sorgulamaya çalışmasını sahneye taşıdık. İnsan doğasında var olan ya da olmayan pek çok özelliği bu oyunla ifade etmeye çalıştık. Tüm bu duyguları ve çatışmaları seyirciyle paylaşmayı istedik.
Bu noktada Selena’in yönetmenlik vizyonunun altını özellikle çizmek isterim. Şairler Mezarlığı gibi derinlikli bir metni sahneye taşımak, seyirciye aktarılabilir kılmak hiç kolay bir iş değildi. Ama onun oluşturduğu o özgün, renkli dünya sayesinde metin izlenebilir ve hissedilebilir hâle geldi. Bu çok kıymetliydi.
Kısacası, bizim derdimiz insanın insanla olan mücadelesiydi. Bunu da iki şairin çatışması üzerinden anlatmayı tercih ettik. Ama oyunda sadece şairleri değil, çok daha fazlasını; birçok farklı insanı, karakteri ve düşünceyi barındıran zengin bir yapı var.
Oyunu sahneye hazırlarken nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz, nelerden ilham aldınız?
Selena Demirli:
Bu süreç gerçekten oldukça sancılı ve zorlu geçti. Geçtiğimiz Mayıs ayında, “Evet, biz artık yaratıcı bir alan inşa edeceğiz ve bunu kendi imkanlarımızla gerçekleştireceğiz,” dedik. Bu sürecin başında açıkçası hiç cesaretim yoktu. Ersin’in başka bir metni vardı ve ben de o oyunda yer alacaktım. O metin hâlâ beni heyecanlandırır, hala sahnelenmesini büyük bir istekle bekliyorum.
Ancak Şairler Mezarlığı’nın sahneye taşınma süreci, oyun partnerim Dilek Uluer’in bu projeye duyduğu derin inanç ve heyecanla başladı. Metni onunla fikir alışverişi amacıyla paylaştığımda, gösterdiği ilgi beni de motive etti. Çünkü bu metin, bir Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olarak, edebiyatla olan bağımı tiyatro tutkumla birleştirme fırsatı sundu. Fakat bunun ötesinde, çok güçlü bir tasarım dili gerektiriyordu. Bu dünya gerçekliğinden uzak bir evren yaratmak gerekiyordu. Bu dünyaya ait olan tek varlık bana göre Piraye idi — bir kadın, bir anne ve bir şair olarak tüm insanî yükleri taşıyan bir karakter.
Ancak Mısra, bu dünyaya ait değildi. 7 aylıkken dünyaya gelmiş, birkaç saatlik bir hayat yaşamış bir ruh… “Nefes almadım ki insan olayım,” diyebilecek yaşmamış. Dolayısıyla bu karakteri sahneye taşımak için sıradışı, alışılmışın dışında bir tasarıma ihtiyaç vardı. Bu da büyük cesaret istiyordu. Hem yönetmek hem oynamak benim için büyük bir meydan okumaydı.
Bu noktada Dilek’in motivasyonu ve değerli yol arkadaşlarımızın katkısı çok kıymetliydi. Yardımcı yönetmenimiz Kübra Karatepe, yapım asistanımız Akif Bahtiyar Fentçi, asistanlarımız Cemre Naz Gözütok ve İrem Buldu, dekor ve ışık tasarımında Zafer Metin, müzikte Coşkun Yaşar, Eren Süloğlu ve Mehmet Ay, teknik ekipten Sefa Eraslan, kostüm tasarımcımız… Hepsinin süreç boyunca desteği ve estetik yaklaşımları beni çok rahatlattı.
Daha sonra kendi kendime şu soruyu sordum: “Selena, bir tercih yap. Bu güçlü metni sahnelerken neyi merkez alacaksın?” Ve cevabı şiirde buldum.
Şiir çok esnek bir ifade alanıdır; içinde müzik vardır, dans vardır, ritim ve karşıtlık vardır. Aynı anda zıt anlamlar taşıyabilir ve bu zıtlık yeni anlamlar doğurabilir. Dolayısıyla ben de bu metni şiir gibi kurguladım. Oyun, şiirsel bir forma bürünsün istedim.
İki karakterin beden dilleriyle de iki farklı şiiri temsil etmesini hedefledim:
Piraye, katı, sert ve soğuk bir şiir gibi; Mısra ise akışkan, su gibi, özgür bir şiir… Biri buz, diğeri su. Biri insanın derin yaralarını taşıyor, diğeri ise henüz hiç yaşanmamış ama doğuştan şiirle yoğrulmuş bir varlık. Beden dili burada çok önemliydi. Özellikle Mısra karakterinin bedensel esnekliği üzerine yoğun çalıştım. Çünkü bebekler bedenlerini farklı kullanır; parmaklarını, ayaklarını özgürce hareket ettirirler. Bir kadın doğum uzmanının paylaştığı detaylı bir ultrason görüntüsünden çok etkilendim. 33 haftalık bir bebeğin anne karnında nasıl hareket ettiğini, neleri hissettiğini defalarca izledim. Özellikle baş parmakla uterusun yoklanması, parmakların esnek hareketleri… Oyunun başındaki beşik sahnesinde bu hareketleri doğrudan uyguluyorum.
Tasarıma gelince… Müziklerimiz Coşkun Yaşar’ın yapay zekâ destekli üretimiyle, bu dünyaya ait olmayan, soyut bir yapıya kavuştu. Işık ve dekor tasarımında ise Zafer Metin’in önerisiyle sahneye bir beşik yerleştirildi. Bu beşik, rahmi temsil etsin istedik. Başta Ersin’e “Bu beşiği kullanmak cesaret ister, salıncaktan düşer miyiz?” demiştim; ama sonuçta çok etkili oldu. Kostüm tasarımında da bu ayrım sürdü: Mısra’nın rengi antrasit – geçmişe, ölüme, gölgede kalmışlığa dair bir ton. Piraye ise bembeyaz; insanın tüm çıplaklığı, arınmışlığı ve yaralarıyla…
Benim için en büyük ilham kaynağı şiirdi. Bu oyunu, iki farklı şiirin kendi varlık mücadelesi ve birbirleriyle olan çatışması olarak kurdum. “Eğer bu oyun bir şiir olsaydı, nasıl bir şiir olurdu?” sorusuyla yola çıktım. Cevabım şuydu:
İki zıt şiirin, sonunda birbirine dokunarak yeni bir şiir ve yeni bir doğum yaratması.
Ve Şairler Mezarlığı, tam olarak bu: Bir şiir evreni.
Oyunu hem yönetip hem de oynadınız. Tek beden iki farklı kişi olmak durumunda. Bu süreci ve iki ayrı egoyu nasıl yönettiniz? Ayrıca yazarla, metin özelinde hiç çatıştınız mı?
Selena Demirli:
Bu gerçekten çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Özellikle bu metin özelinde konuşmak istiyorum. Çünkü bu metin zaten başlı başına büyük bir değişim barındırıyor. Metne müdahale etmek, yazarın yarattığı o şiirsel evrene dokunmak, bana göre doğru bir yaklaşım olmazdı. Zira bu metin bir şiir ve şiir dediğimiz şey öznel bir alandır; her alımlayıcı için farklı anlamlar taşır.
Ersin Doğan, bu metni bir yazar olarak neredeyse tüm diyalogları şiirsel forma indirgemiş. Biz provalarda çoğu sahnede bu diyalogları Shakespeare soneleri gibi algıladık. Hiçbir kelimeyi değiştirmeden çalıştık çünkü gerçekten bir kelimenin bile çok büyük bir anlamı vardı.
Bunu çok net hissediyorsunuz. Örneğin, metinde şöyle bir cümle geçiyor:
“Çiçekli sokakları bensiz gezmenin hüznü var içimde.”
Bu mısrada birçok katman var. “Bensiz gezmenin” ifadesiyle, Mısra karakteri kendi ruhunu bedensel bir varlığa ait kılamadığı için sadece uzaktan mı izliyor bu sokakları? Yoksa anne figürü olan Piraye’ye ya da tüm insanlara şöyle mi sesleniyor: “Çiçekli sokakları hep bensiz mi gezdiniz?” Bu tek cümlede bile o kadar çok anlam katmanı var ki, sadece kelimelere değil, hecelere bile dokunamazsınız.
Metnin her cümlesi bu kadar yoğun ve çok katmanlı. Bu yüzden Ersin’le hiçbir çatışmamız olmadı. “Bu metni olduğu gibi alıyor ve sahneye taşıyoruz,” dedim. Çünkü anlamak, içselleştirmek bile çok büyük bir çaba gerektiriyordu.
Yönetmenlik açısından, özellikle dış seslere kapalı olmayı tercih ettim. Normalde farklı fikirleri dinlemeyi, tartışmayı çok severim ama bu metin benim için o kadar özgün ve derindi ki, onu dış etkenlerden korumak istedim. Aynı zamanda bu metin, benim akademik gözümü de geliştiren, reji vizyonumu büyüten bir yapı taşı oldu. Dilek Uluer bu konuda çok saygılıydı, ne dersem uyguladı. Kübra Karatepe ve tüm asistan arkadaşlarım da büyük destek verdi.
Reji açısından ben kendi dünyamı kurmaya çalıştım. Çünkü şiirsel bir bütünlüğü olan bu metinde, dışarıdan gelen her farklı yorum, bütün o yapıdaki ahengi bozabilirdi. Bu yüzden tasarım alanını biraz daha özgür bıraktım. Özellikle ışık tasarımında gölge öğesi benim için çok kıymetliydi. Gölge bugün birçok tiyatro oyununda kullanılan güçlü bir anlatım aracı ama Şairler Mezarlığı özelinde gölge, yarım kalmışlıkları, ukdeleri, tamamlanamamış hayatları temsil ediyordu. Aynı zamanda Mısra ile Piraye’nin benzerliğini, ortak yazgılarını da temsil eden bir görsellik sundu.
Oyunculuk kısmına gelecek olursak…
Oldukça zorluydu. Bedensel bir hazırlık, esneklik ve kondisyon gerektiriyordu. Özellikle Mısra karakteri için ayak parmaklarının esnekliği üzerine çalıştım. Diksiyon ve fonetik anlamda da her kelimenin doğru şekilde seyirciye ulaşması gerekiyordu. Çünkü evet, seyirci metni kendi yorumuyla algılayacak ama bizim anlatmak istediğimiz bir öz de olmalıydı. Seyirci şunu diyebilmeli: “Bu cümlede başka bir anlam da varmış.”
Dolayısıyla burada insani ego’ya yer yok. Saf, doğru ve tutarlı bir iş yapmak zorundaydık. Hep birlikte, ekip olarak, görev paylaşımını net şekilde yaparak ve kimse kimsenin işine müdahale etmeden ilerledik. Gerçek bir kolektif bilinçle çalışarak, oyunun bütününde bir şiire ulaşmaya çalıştık.
Ersin Doğan:
Burada belki şunu da eklemek gerekir. Genelde insanlar şunu merak eder: “Yazarla yönetmen ya da oyuncular arasında çatışma olur mu? Metinden bir şeyler çıkartılmak istenir mi?”
Ben bir yazar olarak, eğer bu metne katkı sağlayacaksa, elbette bazı müdahalelere karşı değilim. Zaten bu sezon farklı bir oyunum daha sahnelenecek, orada da aynı yaklaşımı gösteriyorum. Ama Şairler Mezarlığı özelinde durum farklıydı. Bu metin, zincirleme bir yapı taşıyordu. Bir bölümden bir cümle çıkarsanız, ileride gelecek olan başka bir sahne ile olan bağ kopardı. Bu yüzden ekip, herhangi bir şey söylememe gerek kalmadan bu hassasiyetin farkındaydı. O bütünlüğü koruma çabasını baştan beri gösterdiler.
Mısra’yı ve Piraye’yi kurgularken kendinizden ya da Selena Hanım’dan bir şeyler kattınız mı yoksa tamamen bir bağımsız hayali bir karakter mi yarattınız?
Ersin Doğan:
Açık konuşmam gerekirse, hiçbir oyunu yazarken özel olarak bir karakteri düşünerek kaleme almadım. Ama yazarken zihnimde şöyle bir süreç yaşanır: Yazar aslında kendi dünyasında bir yönetmendir. Ben yazarken karakterleri kafamda sahnelendiririm. Kimi oynayacak, nasıl bir rejiyle ilerleyecek, hangi duygu hangi sahnede yükselmeli gibi pek çok detayı iç dünyamda canlandırırım. Kendi zihnimde o tiyatro sahnelenmiş olur zaten. Sonrasında oyunun gerçek sahneleme sürecinde, “Acaba yönetmen benim zihnimde kurduğum dünyayı nasıl yorumlamış?” diye düşünürüm. “Benim kurduğum dünyadan neleri almış, neleri farklılaştırmış?” sorusu her zaman zihnimdedir.
Dilek özelinde konuşacak olursam, Şairler Mezarlığı yazılırken kendisini tanımıyorduk. Onunla daha sonra tanıştık. Bir gün Dilek’in oynadığı Sustuğumuz Yerden Yaralıyız adlı oyunu izlemeye gittik. Oyun sonrası tanışma fırsatımız oldu. Sonrasında bir ödül töreninde yeniden karşılaştık ve sohbet etme şansımız oldu.
İlginç olan şu: Selena, benim bilgim dışında metni Dilek’e göndermiş. Dilek okuduğunda çok etkilenmiş çünkü oyunda anlatılanlarla kendi hayat hikâyesi arasında çok ciddi benzerlikler olduğunu fark etmiş. Bunu bize daha sonra Dilek anlattı. O yüzden bu metin ona çok dokunmuş.
Bu duruma dair hep aklımda kalan bir anım vardır. Genelde oyunu izlemek yerine dışarıda beklerim. Ama bir defasında sahnenin kenarındaydım. Selena, açılış konuşmasını perde arkasından yapıp yerine geçtikten sonra, Dilek sahneye girmeden önce geldi ve o an ağlıyordu. Bu, bana çok çarpıcı gelmişti. Dilek, Mısra’nın anlattıklarıyla kendi yaşantısı arasında güçlü bir bağ kurmuş ve o duyguyla sahneye çıkmıştı. Oyuncular sahneye çıkmadan önce kendi repliklerine odaklanırlar genelde ama burada yaşanan şey çok başka bir duygunun ürünüdür.
Mısra karakterini yazarken evet, Selena’nın oyunculuğunu düşünmüş olabilirim. Çünkü onun sahne esnekliği, yaratıcı enerjisi ve metinden beklediğim performans doğrultusunda bu rolü başarıyla taşıyabileceğini biliyordum. Ama Piraye karakteri için Dilek’le bir bağ kurulmamıştı çünkü tanışmıyorduk bile.
Ancak şunu çok net ifade edebilirim: Bir oyunun başarıya ulaşabilmesi için tüm doğruların bir araya gelmesi gerekir. Mısra’nın Selena tarafından, Piraye’nin ise Dilek tarafından canlandırılması, ışık, müzik ve rejiyle birlikte o “bütün” duygusunun kurulması, bu projeyi özel kıldı. İnsanlar oyundan sonra bana gelip, “Çok iyi bir yönetmen var, bu metinleri başka büyük isimlerle de birleştirmek gerekir,” gibi önerilerde bulunuyor. Elbette başka metinlerde bu olabilir. Ama Şairler Mezarlığı özelinde hep içimden şu geçiyor:
“Beni en iyi tanıyan insanın sahneye koyması gerekiyordu.”
Selena’nın bu oyunu yönetmiş olması, metnin ruhunu doğru şekilde yansıtabilmemiz açısından çok büyük bir avantaj oldu. Çünkü bazen ben metni yazarken o kadar üzerinde durmadığım bir ifadeyi, Selena sahnelerken öyle bir vurguluyor ki ben bile kendi yazdığım cümleye yeniden hayran oluyorum.
Yazarken bir duyguyla dolarsınız, o duygunun etkisiyle metni tamamlarsınız ve sonra başka bir metne geçersiniz. Dönüp tekrar tekrar aynı metni okumazsınız. Ama Selena o metni okuduğunda, beni tanıdığı için, hangi düşünceyle yazıldığını hissedebiliyor.
Şairler Mezarlığı özelinde durum böyleydi:
Bütün doğrular bir araya geldi ve oyun bu sayede hayata geçti.
Oyunda görsel metaforlar da çok etkileyici. Beşik, gölge, sessizlik, şiirsel metnin ezberlenmesi… Bunlar nasıl oluştu kafanızda? Metin ezberlerinde zorlandınız mı?
Selena Demirli:
Bu konuda biraz şanslıyım sanırım. Ezber gücüm, edebiyat geçmişimden geliyor olabilir. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken, çok ağır metinleri tekrar tekrar okumak, analiz etmek, incelemek ve hatta şerh etmek durumundaydık. Bu süreçte, vize ve finaller döneminde birçok metni adeta istemsizce ezberlemek zorunda kalıyorduk. O dönemden gelen bir alışkanlık ve zihinsel antrenman sayesinde ezber konusunda kendimi oldukça rahat hissediyorum.
Ezber bir yetenek işi midir, bilmiyorum ama Şairler Mezarlığı özelinde söyleyebilirim ki bu, ezberlemesi en rahat metinlerden biriydi benim için. Çünkü bir şiir dili taşıyor ve şiir benim çok sevdiğim bir tür. Ersin’in dilini ve iç dünyasını da çok iyi tanıdığım için, metnin ritmini, anlam katmanlarını hızlıca kavrayabildim. Yine de, bu rahatlık kişisel bir durum. Dilek için süreç daha zorluydu çünkü o dönem şehir dışındaydı.
Ersin Doğan:
Evet, Dilek gerçekten büyük bir mücadele verdi. Gece boyunca başında ışıldaklarla çalıştığını gösteren fotoğraflar gönderirdi bize. Metne o kadar bağlıydı ki tek bir cümleyi bile değiştirmedi, eksiltmedi. Zaman zaman bana takılırdı: “Canımızı çıkardın!” derdi, özellikle oyun sonrasında seyircilerle yapılan sohbetlerde. Ama tüm bu zorluklar sonunda hepimizde tatlı bir tebessüm bıraktı çünkü başarıya giden yolda bu çabanın çok önemli olduğunu biliyorduk.
Selena Demirli:
Oyunun provalarında da belirli ritüellerimiz oluştu. Örneğin, tam bir akışı baştan sona kesintisiz şekilde oynayabildiğimiz gün bizim için büyük bir kazanç sayılıyordu. Çünkü bu metin, sadece ezberle değil; doğru anlamlandırma, kelimelerin derinliğini sezme ve seçilen vurguların yerine oturmasıyla tamamlanıyor. Ezber bir basamaktı ama asıl mesele doğru “deşifre” idi. Her kelimeyi doğru duyurmak ve aynı zamanda duyguyu geçirmek gerekiyordu. Bu da zamanla oturan bir şey oldu.
Şu anda bile, oyun günü geldiğinde genellikle saat 16.00’da ezber provalarına başlıyoruz, 18.00 gibi bitiriyoruz. Özellikle oyunun ikinci yarısındaki çatışmanın büyüdüğü yedinci sahneden sonra metin çok yoğunlaşıyor. Şiirsel metinleri karşılıklı “şair atışması” gibi sahnelemek, sadece sözel değil, bedensel ve ritmik koordinasyon da gerektiriyor. Ses – nefes uyumu, sahnede koreografiyle birleşen hareketler, tüm bunlar tek bir nefes gibi akmak zorunda.
Bu yönüyle, Şairler Mezarlığı hem fiziksel hem zihinsel olarak bizi çok geliştirdi. Artık önümdeki projelere bambaşka bir gözle bakabiliyorum. Bu kadar yoğun, biçimsel, dil odaklı ve bedensel bir süreci yaşadıktan sonra, diğer metinlerin daha ulaşılabilir geleceğini düşünüyorum. Yorucuydu, ama aynı zamanda çok doyurucu bir süreçti.
Sezonun sonuna geldik ve “oh” diyebildiğimiz bir noktadayız. Gerçekten bir ömür nefes aldık. Artık bu sürecin tadını daha fazla çıkarabileceğimiz bir döneme giriyoruz. Umarım önümüzdeki sezon bu keyfi daha da büyüterek devam ettiririz.
Oyunda izleyiciyle sanki gizli bir bağ kuruyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Selena Demirli:
Bunun temelinde kesinlikle inanç yatıyor. En başından beri, yaptığımız işe yürekten inandık. Kendi doğrularımızı tutarlı hale getirmeye çalıştık. Bu metni sahneye taşırken, onun içsel yapısını ve sunduğu dünyayı kendi içimizde sindirdik.
Yani, “Biz buna inanıyoruz, dolayısıyla seyirci de inanacaktır,” diye bir yolculuğa çıktık.
Örneğin, Mısra karakterinin kostümünde özellikle mor rengi seçti Zafer Bey. Bu, onun rahim içindeki varlığını, soyutluğunu ve ruhsal derinliğini yansıtıyordu. Piraye’ye ise bembeyaz bir kostüm uygun görüldü. Çünkü o, bu dünyaya ait olan tek karakterdi. Daha insani, daha somut ve daha acılı bir varoluş taşıyordu. Hatta hastalığı temsil eden karakterlerin tonlarında bile yeşile yönelindi. Bu renkler bile sahnedeki inancımızın bir parçasıydı.
Mısra’nın ana rahmindeki mevcudiyetine, Piraye’nin geride bırakmak zorunda kaldığı o küçücük bebeğe ve karakterin yaşadığı ikilemlere, varoluşsal sıkışmışlığına gerçekten çok inandık. Öyle ki, bir el hareketinde bile —örneğin Piraye’ye “Ne oldu?” diye sorarken kullandığım jestte— sadece bedensel değil, duygusal bir doluluk da vardı. O hareketin içini iki anlamla dolduruyorum: hem söze dökülemeyen bir merak hem de bir ruhun, ölüme rağmen süren varlık arayışı.
Bu derin inançla yaklaştığımız için, her an bizim için anlamla doluydu. Her sessizliğin nedenini biliyorduk. Her kelimenin, her duraksamanın içini anlamla doldurduk. Bence bu inanç seyirciye geçiyor. Çünkü sahnede ne yaparsak yapalım, samimiyetle yapıyoruz. Seyirci de bunu hissediyor ve bir bağ kuruyor.
Bu bağ aynı zamanda tarafsızlıkla da kurulan bir bağ. Ersin’e hep söylediğim bir şey var: “Oyunda kimse haklı olmasın.” Çünkü bu bir çatışma metni, evet — ama her iki tarafın da haklılıkları var. Biri çok insani bir yerden haklı, diğeri belki insan üstü bir yerden, ama o da çok haklı. Spoiler vermek istemem ama oyunda yaşanan çatışma, iki farklı hakikatin karşılaşmasıdır. Ve en sonunda karakterler birbirlerini anlıyor, hatta dokunuyorlar. Bu dokunuş, inancın ve bağın bir sonucudur.
İzleyici bu duyguyu içselleştirdiği için sahnede kurduğumuz dünyaya inanıyor.
Ersin Doğan:
Bence bu, sadece tiyatroya özgü değil; dünyada hangi işi yaparsanız yapın, inananla inanmayanın ürettiği iş çok kolay ayırt ediliyor. Ama bu farkın en açık görüldüğü alan kesinlikle tiyatro.
Çok fazla oyun izliyoruz. Bazen metin vasat olabilir, oyuncu metinden memnun olmayabilir. Ama sahneye çıktığında, o metni öyle bir sahipleniyor, öyle bir inançla anlatıyor ki… Seyirciye, sanki dünyanın en önemli metniymiş gibi hissettiriyor.
Ve seyirci de bu inançtan etkileniyor. Oyuncunun sahnedeki duruşu, söze yüklediği anlam, metne olan bağlılığı doğrudan geçiyor.
Bu nedenle, bana göre de en önemli şey inanç. Biz bu oyuna gerçekten inandık. Bu inanç seyircinin kalbine dokundu ve o görünmeyen bağı kurmamıza olanak sağladı.

Seyirci oyundan çıktığında kalbinde ya da kafasında ne kalsın istersiniz?
Ersin Doğan:
Benim için en önemlisi, seyircinin oyundan çıktığında şu hissi yaşaması:
“Bu oyunu bir kez daha izlemeliyim.”
Ben hep böyle tiyatro oyunlarını severim. İzlerken kendime sorarım: “Acaba bir şeyleri kaçırdım mı? Bu metin bir süre zihnimde demlensin, sonra tekrar gelip yeniden bakayım.”
Şairler Mezarlığı da bu duyguyu yaratmalı bence. Çünkü içerisinde o kadar çok katman, o kadar çok çatışma ve farklı düzeyde duygu var ki… Bir izleyici tek seferde hepsini göremeyebilir. Bu yüzden, oyunun tekrar izlenmeyi hak eden bir yapı sunmasını çok önemsiyorum.
Benim tiyatrodan beklediğim de bu. Bugün hayranlıkla ikinci ya da üçüncü kez izlediğim birçok oyun var ve bu oyun da onlardan biri olabilir.
Ayrıca, oyunun temelinde söylediğim bir şey var:
“İnsanın insanla olan mücadelesine şiirler savurmak.”
Seyircinin kendi iç dünyasında bir değerlendirme yapmasını isterim. Kendini “dara çekmesi” dediğimiz bir sorgulama sürecine girmesi, oyunun en büyük kazanımı olur. Çünkü bu metinde insani duygularla insani olmayan duygular da bir mücadele içinde.
Seyirci, “Bende hangileri var? Hangileri eksik? Ben olsam ne yapardım?” gibi sorular sorsun isterim. Ailesiyle, çocuğuyla, hayatındaki ilişkilerle ilgili olarak kendini yeniden değerlendirsin.
Bu dünyaya ait bir mücadeleyi, kendi iç dünyasında verebilsin. Bence asıl mesele bu.
Selena Demirli:
Benim için de öyle. Dediği gibi Ersin’in, ortada bir dert var. Hem edebi hem insani hem de varoluşsal bir dert…
Ama bu sefer farklı bir yerden: Var olamama sancısı.
Genelde tiyatro sahnesinde varoluş sancısı çok işlenmiştir. Ama burada, belki de ilk kez “var olamama” sancısını konu edindik.
Yani daha doğamadan, sadece yedi ay yaşayıp ölmüş bir varlık… Bir ruh…
Ve bu ruh sahnede bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Bununla birlikte, sahnede karşısına hayatla ve var olma mücadelesiyle yoğrulmuş bir kadın çıkıyor. Dolayısıyla var olamamış bir ruh ile hayatta fazlasıyla var olmuş ama yaralanmış bir beden karşı karşıya geliyor.
Bu çarpışma bile başlı başına çok özel.
Evet, bu oyun belki herkese aynı anda hitap etmeyebilir. Ama ben aynı zamanda oyunun akademik taraflarının da incelenmesini çok isterim.
Yüksek lisansımda Heiner Müller üzerine çalışmıştım. Müller, tiyatroda dili baştan kuran bir yazardır.
Bu oyunun dili de bana göre alışılmışın dışına çıkan, ezberleri bozan bir dil.
Sürrealist ve sembolik ögelerle örülmüş. Reji, biçim, metin yapısı… Hepsi disiplinler arası bir alan yaratıyor.
Bence artık oyun izlemeyi de biraz akademikleştirmeliyiz.
Elbette tiyatroda iyi zaman geçirmek, eğlenmek, motive olmak çok kıymetli.
Ama aynı zamanda sorgulayan, araştıran, konfor alanından çıkıp yeni alanlara yönelen bir tiyatro seyircisinin yetişmesi de çok değerli.
Ben Heiner Müller’in konvansiyonel yapıyı kırma biçimlerini araştırmıştım. Bu oyunda o izleri yeniden bulduğumu hissediyorum.
Bu nedenle Şairler Mezarlığı, sadece duygusal değil; aynı zamanda metinsel ve biçimsel düzlemde de izleyiciye bir araştırma alanı açıyor.
Sizin bize sorduğunuz sorular bile —şiir türünü nerede konumlandırdığımız, görsel ögelerin nasıl bir araya geldiği— aslında amacımıza ulaştığımızı gösteriyor.
Yani bu oyunun seyircide böyle bir sorgulama isteği uyandırması benim için büyük bir mutluluk.
Sonuç olarak ben, seyircinin hem kalbine hem zihnine dokunan bir tiyatro deneyimi yaşamasını isterim.
Ersin’in dediği gibi: kendini, hayatını, ilişkilerini sorgulasın.
Ama aynı zamanda bu metin, Türk tiyatrosunda biçimsel olarak nerede duruyor, neler söylüyor, neleri yeniden tanımlıyor… Bunların da düşünülmesini arzu ederim.
Bu anlamda seyirciyle ortak bir düşünce ve duygu alanı kurabildiğimizi hissediyorum.
Ersin Doğan:
Bunun bir yansımasıyla da karşılaştık aslında. Son oyunumuz öncesinde, seyirciler salonda yerlerini alırken bazı sohbetler kulağımıza çalındı.
Bir seyirci, arkadaşına şöyle diyordu:
“Bu oyunda şiirler üzerinden karşılıklı çatışmalar varmış. Deneysel bir tiyatroymuş.”
İşte bu, Selena’nın az önce söylediği noktaya ulaştığımızı bize gösteren, içimizi ısıtan güzel bir karşılık oldu.
Şimdiye kadar aldığınız en ilginç ya da unutulmaz seyirci tepkisi neydi?
Selena Demirli:
Mısra karakteri izleyiciyle empati kurulması oldukça zor bir karakter. Sonuçta dünyaya gelmeden ölmüş bir ruhu temsil ediyor. Bu nedenle onunla bağ kurmak her seyirci için kolay olmuyor. Ancak buna rağmen, özellikle çok yoğun duygularla gelen birkaç izleyici tepkisi oldu ki, onları asla unutamıyorum.
Örneğin, çok erken yaşta bebeğini kaybetmiş bir kadın, ya da bir bebek akrabasını kaybetmiş bir izleyici ya da hamile olup anne olmayı çok isteyen bir kadın… Bunlardan biri beni gerçekten çok etkiledi. Oyunumuza gelen bir hamile izleyiciydi. Yapım asistanımızın tanıdığıymış, habersiz bir şekilde bilet alıp eşiyle birlikte gelmişler. Karnı artık iyice belirginleşmişti, 7-8 aylık bebek.
Oyun çıkışında gelip şöyle dedi:
“Nasıl böyle denk geldim, inanamıyorum. Oyunun konusunu bilmeden geldim ama bu karşılaşma benim için çok farklı ve çok derin oldu.”
Çok duygulanmıştı, ağlamıştı hatta.
“Yeni anne olacağım ve bu oyun anneliğe dair öyle sahnelere sahipti ki, anlatamam,” dedi.
Özellikle Piraye karakterinin anneliği ve Mısra karakterinin “anne” diyemeyişi beni derinden etkiledi. Mısra sahnede “Anne kadın” diyor; çünkü hayatında gerçek bir anne figürü olmamış.
“Bana yalnızca bir kez meme uzatıldı, dudaklarımla sadece bir kez değebildim,” dediği o sahnede… O kadar saf, o kadar kırılgan bir yerden konuşuyor ki…
Bu sebeple, oyunu hazırlarken bebeklerin dudak hareketlerini bile detaylıca araştırdım. Özellikle anne sütü emerken bebeklerin dudaklarının aldığı şekilleri, o bedensel ifadeyi sahneye nasıl yansıtabileceğimi düşünmüştüm. Bu kadar duygusal bir bağla izlenen bir oyunun, bir anne adayı tarafından bu denli anlamlı bulunması benim için çok özel ve unutulmaz bir deneyimdi.
Ersin Doğan:
Ben de genellikle her oyuna gidiyorum ama seyir sırasında aktif bir pozisyonda bulunmuyorum. Yani sahnede ya da izleyiciyle doğrudan etkileşimde değilim. Ama oyun çıkışlarında izleyicilerle kısa sohbetler etme fırsatım oluyor. Özellikle oyuncu kadrosuna ya da yaratıcı ekibe göz atarak gelen seyirciler, oyun sonrası beni görünce sohbet etmek istiyorlar.
En sık aldığım soru şu oluyor:
“Böyle bir konuyu nasıl düşündünüz? Nereden aklınıza geldi?”
Bu soru, halkın gündelik, samimi diliyle soruluyor ve bu da benim çok hoşuma gidiyor.
Oyun çıkışında böyle sorularla karşılaşmak, gerçekten farklı bir şey yaptığımızı ve bu farklılığın seyirci tarafından hissedildiğini gösteriyor. Bu his, bir yazar olarak beni çok mutlu ediyor.
Yeni sezonda Şairler Mezarlığı devam edecek mi ve A.H.E.N.K tiyatro olarak yeni projeleriniz olacak mı?
Selena Demirli:
Evet, Şairler Mezarlığı yeni sezonda da kesinlikle devam edecek. Çünkü açıkça söylemek gerekirse, bağımsız tiyatro yapmak gerçekten çok zor, özellikle maddi anlamda. Bu sezon bizim için ciddi ekonomik mücadelelerle geçti.
Bağımsız tiyatro sahnelerinin yaşadığı zorluklara, tüm kalbimle saygı duyuyorum. Çünkü bir tiyatro işletmesi yürütmek başlı başına büyük bir emek ve özveri gerektiriyor. Aynı şey sahne kiraları, teknik giderler ve üretimin tüm süreçleri için de geçerli.
Tüm bu zorluklara rağmen biz, bu işe inatla ve tutkuyla devam ediyoruz. Çünkü ortaya koyduğumuz şeye yürekten inanıyoruz.
Bu sezon hem maddi hem manevi olarak bizi çok yordu ama aynı zamanda çok şey öğretti. Artık deneyimliyiz. Hangi sahnelerde var olabileceğimizi, hangi seyirci profilleriyle nasıl bağ kurduğumuzu, nerede nasıl karşılık bulduğumuzu çok daha iyi biliyoruz.
O yüzden önümüzdeki sezon, bu “amatör toz”u biraz üstümüzden atmış, daha sağlam adımlarla ve daha fazla keyif alarak devam edeceğimize inanıyorum.
Aldığımız olumlu geri dönüşler, sahneden sonra seyircinin gözlerinde gördüğümüz o duygular… Tüm bunlar, bize güç veriyor ve “devam etmeli” diyor. Bu yüzden, evet, Şairler Mezarlığı ikinci sezonda da bizimle olacak.
Ersin Doğan:
Yeni proje sorusu her zaman gelir ama ben buna biraz farklı bir yerden yaklaşıyorum. Geçtiğimiz günlerde genç bir tiyatrocu arkadaşla sohbet ettik. O da, “Herkes soruyor, seneye ne yapacaksınız?” diyordu.
Ben de ona şöyle dedim:
“Bu sorular seni baskı altında hissettirmesin. Yeni bir şey üretmek elbette güzel ama sadece üretmiş olmak için değil, gerçekten içi dolu, anlamlı bir proje üretmek daha kıymetli.”
Şairler Mezarlığı için 5-6 ay gibi uzun bir hazırlık süreci geçirdik. Bu süreç kolay değildi, çok zorluydu. Sonrasında sahneye koyduk, provalar, sahnelenme, seyirciyle buluşma derken halen zorlu ama tatmin edici bir süreç yaşıyoruz.
Bu oyunun devam etmesi şart. Belki 3 sezon, belki daha fazla… Umarım uzun ömürlü olur.
Yeni sezonda A.H.E.N.K Tiyatro bünyesinde yeni bir oyun olmayabilir. Ama başka bir metnim, başka bir tiyatro tarafından sahnelenebilir. Bu da benim için farklı bir heyecan olabilir.
Selena bu yeni projede yönetmenlik yapabilir, proje danışmanlığı üstlenebilir, başka oyuncularla çalışabilir. Ancak A.H.E.N.K Tiyatro’nun imzasını attığı Şairler Mezarlığı gibi iddialı bir işten sonra, yeni bir projeye sadece “yeni bir şey yapmak için” başlamak istemeyiz.
Yine sahnelendiği zaman güçlü etkiler bırakacak bir yapıtla seyirci karşısına çıkmak isteriz.
Selena Demirli:
Şöyle düşünebilirsiniz: Bu oyunu büyütmek, adeta bir çocuk büyütmek gibi.
Bir çocuk doğar, ardından her dönemi ayrı bir emek ve dikkat gerektirir. Biz bu sezon, oyunumuzu sahnelere taşıyabilmek, duyurabilmek ve seyirciyle buluşturabilmek için çok çabaladık.
Ama ikinci sezonda artık bu “çocuk” büyümeye başlıyor. Belki yürümeye başlayacak. Belki Türkiye’nin farklı şehirlerinde sahnelenecek, festivallere katılacak. Daha çok insana ulaşacak.
İleride yeni bir projeyle bu yolculuğu zenginleştirebiliriz elbette ama “ilk çocuk” hep çok özel kalır. Onun gelişimi, büyümesi, farklı kıyafetlere bürünmesi, yeni oyun alanlarında kendini var etmesi… İşte biz de şimdi bu süreci yaşıyoruz.
Şairler Mezarlığı şu an 6-7 aylık bir oyun. Gelecek sezon bir yaşına basacak ve biz de onun gelişimini izlemeye, desteklemeye devam edeceğiz.
Ersin Doğan:
Sonuçta şunu unutmamak gerekiyor: Biz büyük bir yapım tiyatrosu değiliz.
Yola çıkarken bunun farkındaydık ama süreç içinde zorlukları çok daha net gördük. Bir sahne kiralamak, prodüksiyonu yürütmek, seyirciyle buluşmak… Tüm bunlar ciddi bir emek ve fedakârlık istiyor.
Bazen paranız olur ama sektörün yapısal zorluklarıyla yine de başa çıkamazsınız.
Biz bu sezon tüm bu mücadeleleri verdik ve şükür ki sezonu güzel kapattık.
Umarız iki yıl sonra yeni bir projeyle, yeni bir hikâyeyle yeniden karşınızda oluruz.
Sizi seven ve ilk defa tanışacak izleyicilerimize, okurlarımıza ne demek istersiniz?
Selena Demirli:
Elbette. Öncelikle çok teşekkür ediyoruz. Eğer şu ana kadar zaman ayırıp bu söyleşiyi okudularsa, Oiktoz’un değerli izleyicilerine, takipçilerine ve özellikle size, Bilge Hanım, gönülden teşekkür ederiz.
Söyleşi davetiniz ve sorularınızdaki derinlik için ayrıca minnettarım. Oyun seyiriniz, yazdığınız değerlendirme metinleri, yazılarınız… Hepsi bizim için çok kıymetli. Sizin kaleminizden çıkan o satırları okumuş ve sosyal medya paylaşımlarımızda isminizi özellikle anarak paylaşmıştık. Bizi çok mutlu etmişti.
Bence çok değerli bir şey yapıyorsunuz. Bu tarz platformların çoğalması, üretimin ve yaratıcılığın desteklenmesi, bağımsız tiyatro ekiplerinin duyulabilirliğinin artması açısından Oiktoz’un varlığına da özel teşekkür etmek isterim.
İzleyici olarak tiyatroya gitmeye, bağımsız ekiplerin yanında olmaya devam etmeniz en büyük katkı.
İyi ki varsınız. Gerçekten… İyi ki varsınız.
Ersin Doğan:
Ben de bir yazar olarak şunu söylemek isterim:
Sizi takip eden, yazılarınızı okuyan ya da sizin aracılığınızla bu söyleşiyi gören herkes için —özellikle de yazar olmak isteyen, üretmek isteyen ama ne yapacağını bilemeyen dostlara— küçük bir not bırakmak istiyorum.
Ben bu toprakların çok değerli olduğuna inanıyorum. Anadolu’nun, edebiyat ve sanat üretiminin en güçlü damarlarından biri olduğuna inanıyorum.
Ahmet Arif’in o meşhur sözü gibi:
“Ben Anadolu’yum.”
Evet, ben de biraz öyleyim. Bu topraklardan doğan hikâyelerin, dünyanın dört bir yanında yankılanabileceğini düşünüyorum.
Şairler Mezarlığı da bu bakışla ortaya çıktı. Hayalim, bir gün bu oyunun farklı bir dilde, farklı bir ülkede sahnelenmesi.
Bu hayalle yaşıyor, bu hayalle yazmaya devam ediyorum.
Yazmak isteyen herkese de aynı şeyi söylemek isterim:
Hayal etmekten asla vazgeçmesinler. Ama sadece hayal kurmakla kalmasınlar, o hayalin peşinden kendileri gitsinler.
Çünkü hiç kimse, bir başkasının hayalini gerçekleştirmek için yola çıkmaz. Eğer siz hayalinize sahip çıkmazsanız, kimse çıkmaz.
Tarihte iz bırakan insanlar, genellikle kendi mücadeleleriyle var olurlar. Başkalarının “bir yerlere getirdiği” insanlar, çoğunlukla orada uzun süre kalamazlar. Ve sonra, tarihin karanlık sayfalarında kaybolduklarını fark ederiz.
Bu sadece küçük bir tavsiye olsun. Çünkü ben de hâlâ o mücadeleye devam ediyorum.
Kendime bile hâlâ “yazarım” demekte zorlanırım. Daha çok şöyle diyorum:
“Yazar olmak isteyen biriyim.”
Bu mesajla bizi ilk defa tanıyacak olanlara da seslenmiş olayım.
Size de tekrar çok teşekkür ederiz.
Oyunumuza geldiniz, bize ses oldunuz, nefes oldunuz.
Umarız gelecek projelerde, hem sizin projelerinizde biz yer alırız, hem de siz bizim projelerimizde…
Yeni hikâyelerde tekrar buluşmak dileğiyle.
___
oiktoz söyleşileri – Şairler Mezarlığı: Türkiye’de Şairlerin Kitapları Değil Ancak Mezarlıkları Olur
___
KÜNYE
Şairler Mezarlığı Oyuncuları
Dilek Uluer
Selena Demirli
Şairler Mezarlığı Sahne Arkası
Dekor Tasarım: Zafer Metin
Fotoğraf: Yiğit Tumri
Işık Operatörü: Eren Süloğlu
Işık Tasarımı: Zafer Metin
Kostüm Tasarım: Sefa Eraslan
Müzik: Coşkun Yaşar
Reji Asistanı: Cemre Naz
Yapım Asistanı: Akif Fentçi
Yazar: Ersin Doğan
Yönetmen: Selena Demirli
Yönetmen Yardımcısı: Kübra Karatepe
Afiş Tasarım: Coşkun Yaşar